Dünya Kadını rakamlarla konuşmasını sürdürecektir. Entel gevezeliğin, ben özgürüm şeklindeki bireysel yaklaşımlar ile kadın sorununu göremeyen ve erk-egemene sür-git gizli onay veren kadınların, çocuklarını erkek ve kız diye farklı düşüncelerle büyütmeyi sürdüren anaların ve rütbeli sefillerin gözlerinin içine içine bakarak Dünya Kadını rakamlarla ne denli eşitsiz, ikincil ve sömürülen olduğunu görmek/anlamak/görülmesini sağlamak ve bu eşitsizliği gidermek için gerekirse rakamlarla konuşacak ve erk-egemen olana dur diyecektir.
“Kadınların kendi kaderlerini tayini, kendi vücuduna ve düşüncelerine sahip çıkma hakları ne yazık ki günümüzde de bir –ütopya- olmaya devam ediyor. Önemli adımlar atılmış olmasına karşın kadın birçok uygulamada ikinci sınıf vatandaş durumunda. Tecavüz Dünya Kadınlarının temel sorunlarından bir tanesi. Üstelik son zamanlarda iyice yaygınlaşmış ve farklılaşmış bulunuyor. Örneğin Ruanda, Bosna Hersek ve Cezayir gibi ülkelerde tecavüz, tüm dünyanın gözü önünde bir savaş silahı olarak kullanıldı. Öte yandan kadın vücudu, seks pazarında bir mal gibi muamele görüyor. Dünyada yaklaşık 9 milyon fahişe olduğu tahmin ediliyor. Aile içi koca ve baba tarafından uygulanan şiddet ise olağanüstü boyutlarda. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre; ABD’deki kadınların yüzde 20’sine, Avrupa’dakilerin yüzde 40’ına ve az gelişmiş ülkelerdekinin yüzde 50’sine yakını aile içi şiddete maruz kalıyor. Bu rakam ülkemizde ise yüzde 58 civarında.”
“Kadınlar, dünyanın birçok bölgesinde bir çocuk fabrikası gibi görülüyor. Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre; her yıl 200 milyon kadın erken ya da aşırı hamileliğe zorlanıyor. Bunlardan yaklaşık 500 bini doğum sırasında hayatını yitiriyor, 50 bini de doğum sonrasında ya sakat kalıyor ya da uzun süren hastalıklarla boğuşuyor. Doğum sırasında kadın ve çocuk ölümlerinde Kara Afrika başı çekiyor. Ruanda’da doğum yapan her 100 bin kadından iki bin 300’ü doğum sırasında hayatını kaybediyor. Bu rakamlar Sierra Leone’de iki bin 100, Burundi’de bin 900, Etiyopya’da ise bin 800. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde doğum sırasında ölen kadınların yüzde 93’ünü siyahlar, yüzde beşini melezler ve sadece yüzde birini beyazlar oluşturuyor.” (1)
Rakamların dilindeki dikenler oldukça fazla ve her biri dokunduğu yerde tarifsiz acılara neden olmaktadır. Her yıl 200 milyon kadının erken yaşta ya da aşırı hamileliğe zorlanmalarını herhalde kadınlar istememektedirler ki Dünya Sağlık Örgütü raporları doğurmak isteğinin bu denli erken yaşta olmasının ve aşırı hamileliğe zorlanmanın erkeklerden, erkek baskısından, toplumsal değerlerden kaynaklandığını göstermektedir. Bu olgusal gerçeklik, kadının kendi beden ve ruhunu toplumlarda özgür-eşitçi ve bireysel gerçekleştirme şansına sahip olmadığını göstermektedir. Şans kavramı/tanımı elbette yetersizdir. Erkek tarafından kadının kişiliği ile birey olma hakkı açık bir şekilde baskılanmasından, yok sayılmasından, değersiz görülmesinden ve erkek tarafından sömürülmesinden kaynaklanan bir toplumsal/tarihsel olgudur.
Afrika ülkelerindeki oranlar ise tümden bir kıtanın yok-edilişine tanıklık yapar gibi durmaktadır.
1990 yılı itibariyle anne ölümlerinin yüzde 25’i iç kanama, yüzde 15’i enfeksiyon ve yüzde 13’ü de yasa dışı kürtajdan dolayı meydana geldiği bildirilmektedir.(2) Bunların toplamı yüzde 53 yapmaktadır. Her üç tıbbi ölüm nedenlerinin biyo-kimyasal olmadıkları açıkça görülmektedir. ‘Dünya Kadını’na doğum fabrikası gözü ile bakılırken sıradan bir fabrikaya gösterilen özenin dahi/bile gösterilmediği görülmektedir. Bu özensizliğin temelinde yatan olgu, düşünce ve yaklaşım ne olsa gerek! Teslimiyet midir? Kadercilik midir? Nedir? Yoksa “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” bir üretici güç olarak algılanmasından mıdır? Doğrusu tarlada, bağda-bahçede, ofislerde ve fabrikalarda çalışan kadınlar hem cinsiyetlerinden dolayı daha ucuz emek olarak değerlendirilirlerken diğer taraftan çoğunlukla sigortasız/iş-güvenliğinden yoksun bırakılmakta ve daha sonrada ev-içi üretime koşularak -ki bu üretim tamamen kapalı ve değersiz görülmektedir- çocuk doğuracaksın denilmektedir. Tüm bunları yapan ve üreten kadının, bu üretim aşamalarında hak ettiği değeri görmediğini, çocuk doğururken ya da hamile olduğu zamandan başlayarak bir sorumluluğu yerine getiriyormuşçasına ödevlendirildiğini, -çoğu kez doğurduğu çocuğa isim vermesi bile olanaksızlaştırılmış- bir iş makinesi kadar değerli görülmediğini göstermektedir. Rakamlar bunu anlatmaktadır. Dünya Kadını, erkekle onursal eşitliğini kazanmadıkça onur denilen olgunun bir anlamı olacak mıdır?
“Unesco raporlarına göre günümüzde, az gelişmiş ülkelerde kız çocuklarının sadece yüzde 60’ı ilkokula gidiyor, sadece yüzde 15’i orta öğretime devam ediyor. Sonuçta bu ülkelerdeki kadınların yüzde 65’i okuma yazma bilmiyor.” (3) Okuma oranındaki düşüklük ve bildirildiğine göre küreselleşme nedeniyle okulu bırakıp çalışma hayatına erken yaşta başlayan kız çocuklarının giderek artış göstermesi, kadınların toplumların yönetim kadrolarına gelememelerinin nedenlerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Öyle ki, tabloya bakıldığında gelişmiş Avrupa ülkelerinde bile parlamenter kadın sayısındaki yüzde oranları oldukça düşündürücüdür. “2000 yılında parlamento aritmetiğinde erkek kadın eşitliğine en yakın ülke İsveç. Finlandiya, Danimarka gibi ülkelerde de parlamentonun yaklaşık yüzde 40’ını kadınlar oluşturuyor. Afrika’da Mozambik ve Güney Afrika Cumhuriyeti (yüzde 30) dışında bu oran çok düşük. Ortalama yüzde 3 civarında. Avrupa Birliği ülkelerinde ise Yunanistan yüzde 8,7’lik bir kadın parlamenter oranıyla en alt sırada yer alıyor” (4) 2002 yılı itibariyle Türkiye’deki kadın parlamenter oranı ise yüzde 4,4 olarak kayıtlara geçmiş bulunmaktadır.
Kadınların üst düzey yöneticilikteki oranlarına bakılınca Filipinler yüzde 50, Çin yüzde 32, Polonya ile ABD yüzde 23, Fransa yüzde 21, İngiltere ile Kanada yüzde 19, Türkiye ile İspanya yüzde 17, Japonya yüzde 7 oranında oldukları ve dünya ortalamasının yüzde 22 gibi çok düşük bir oranda kaldığı gözlemlenmektedir. Tabloda, örneğin Danimarka’da kadın parlamenter oranı yüzde 40’lara ulaştığı halde üst düzey yöneticilikte bu oranın yüzde 19’lara gerilediği görülmektedir. Parlamentolardaki kadın sayısının çokluğu, bir açıdan uygulanan kotalar ile sağlandığından bu oran diğer alanlara yansımamaktadır.
Sayıların dili üretimin her aşamasında var-olan kadınların, dünya genelinde karar organlarında aynı çoklukla bulunamadıklarını göstermektedir. Nasıl olsa erkekler, hem kadınlar hem çocuklar hem de gelecek hakkında karar veriyorlar üstelik sorumluluk alıyorlar, öyle ise kadınlar “ellerinin hamuru ile erkek işine karışmamalı” düşüncesiyle kadın toplumsal hayattan uzaklaştırılmaktadır. Az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelerdeki çoğu kadının bırakalım karar organlarında yer almalarını, daha çocuk yaşta evlenmeye zorlandıkları/evlendirildikleri, en temel hak olan yaşama biçimi hakkına karar verdirilmediği, toplumsal yapılarda kadının karar organlarında ve yönetim kadrolarında bulunmalarını beklemek; bir ütopya olmayı sürdürecek niteliktedir.
İstatistikleri değerlendirirken her zaman dikkatli olmak gerekir. Ancak çok sayıdaki istatistik verileri yaklaşık yüzde 60-70 kadının kendini “ev kadını” olarak tanımladığını gösteriyor ise, bu konu üzerinde düşünmeye değer olduğu sonucu çıkartılabilir. “Ev kadını” tanımlaması aile içi üretimin görülmesine engel bir tanımdır. Bu olgu, ev içi üretimin kadının üzerindeki bir görev -kutsal bir görev- olduğu sonucunu/düşüncesini doğurmaktadır. Böyle olunca da ev-içi üretim yok sayılmakta, sosyal güvencesiz ve değersiz görülmektedir. Unutulmamalıdır ki, böylesi bir üretim yapısında kocanın ve çocukların başarısı, ev içi üretimdeki kadının sağladığı üretime koşut bir gelişme gösterecektir. Üstelik böylesi bir üretimin çalışma saatleri de günün tüm 24 saatlik dilimini kapsadığı için kadının üretimi erkeğin üretimini aşacak fakat “ev kadını” tanımlaması nedeniyle görmezden gelinecektir. Üretim halkasının her hangi bir dalında çalışan kadına bir de ev içi üretim yüklendiği düşünülecek olursa, olay daha da vahim bir tablo olarak ortaya çıkacaktır. Neresinden bakılırsa bakılsın “ev kadını” tanımı, kadın emeğinin yok sayılması için kullanılan bir örtüleme, bir maskedir.
7 Mart 2008 Radikal Gazetesinde aktarılan habere göre;
“AA – ANKARA – Hacettepe Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ayşe Akın, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle dünyayı utandıran istatistiklerin bazılarını sıraladı:
– Türkiye’de kadınların şiddet görme oranı yüzde 30 ile yüzde 70 arasında değişiyor. Başbakanlığın araştırmasına göre; evli kadınların yüzde 25.2’si şiddet görüyor.
– Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yapılan araştırmaya göre; Etiyopya’da kadınların yüzde 71’i, Japonya’da ise yüzde 15’i fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.
– Öldürülen kadınların yüzde 40 ile 70’inin katili, yakın ilişki içinde olduğu partneri oluyor.
– DSÖ verilerine göre beş kadından biri hayatlarında tecavüze veya girişimine maruz kaldığını söylüyor.
– DSÖ’nün verilerine göre Avustralya’da 12 ay içinde fiziksel saldırıya uğramış kadınların yüzde 18’i bunu hiç kimseye söylemedi. Şili’de tecavüze uğramış kadınların sadece yüzde 3’ü olayı polise bildirdi.”
Bu istatistikler karşısında akla ilk gelen Charlotte Bunch’un şu sözleri oluyor; “Bir etnik ya da ulusal grup, erkeklerin kadınları öldürdüğü ya da sakatladığı oranda bir diğer gruba zarar verseydi bu durum olağanüstü hal ya da savaş ilanını gerektirirdi. Ne var ki evdeki şiddet, kadınlara karşı yürütülen geniş çaplı savaşın sadece bir cephesidir.” Gerçekten sadece bir cephesi midir? Yoksa şiddetin temel çıkış kaynağı mıdır? İrdelemeye değer. Şiddete dayanmayan hiçbir iktidar ayakta kalamayacağına göre, erkeğin kadına yönelttiği fiziksel ve cinsel şiddetin temelinde de erk-egemenliğini/iktidarını sürdürmekten başka bir şey/olgu olmadığı görülecektir. Kutsanan ve toplumların temel taşını oluşturduğu söylenen ailenin; aile içindeki erkekten kadına, kız çocuğuna, erkek kardeşten kız kardeşe, dayı, amca ve onların erkek çocuklarından genişleyen ailenin kadın ögelerine yöneltilen tüm psikolojik yıldırma, baskı ve fiziksel şiddetin, kendi temel düşüncesi ile giderilemez bir çelişkiye düştüğü de açıkça görülmektedir. Kutsal aile; kısacası erkeğin ayaklarına serilmiş, tabiri caiz ise yeryüzü-cenneti sayılabilir. Üstelik aile içi şiddet söz konusu olduğunda “kol kırılır, yen içinde kalır” misali dışarıdan müdahaleye de kapalı bir durum ve giderek “erkektir döver de, sever de” düşüncesi ile içselleştirilip, çok doğal bir halmiş gibi algılanmaya/benimsenmeye başlanıyor. “Soframızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen kadınlar” dövülerek mi terbiye ediliyorlar! Dövenlerin terbiyeleri insana ait midir? İnsan denilen bu canlı türü, rütbelenmiş sefillere dönüşebiliyor demektir.
“Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre; 10 yıl önce Türkiye’de 15 ve yukarı yaşta 22 milyon 849 bin kadın bulunuyordu. İstihdam edilen ve işsizlerin toplamı anlamına gelen ‘kadın işgücü’ 1999 yılında altı milyon 853 bin kişiydi. Aradan 10 yıl geçti. 2009 yılının kasım ayı itibarıyla 15 ve yukarı yaştaki kadın sayısı, üç milyon 468 bin kişi artarak 26 milyon 317 bine ulaştı. Buna karşın 1999 yılında 6 milyon 853 bin olan kadın işgücü sayısı, iki bin kişi azalarak 2009’da altı milyon 851 bin kişiye geriledi. 1999 yılında kadınlarda yüzde 30 olan işgücüne katılma oranı, dört puan azalarak 2009 sonunda yüzde 26’ya indi.
Kadınlarda işgücüne dâhil olmama nedenlerinin başında “ev işleriyle meşgul olmak” geldi. Bu nedenle çalışma yaşamının dışında kalan ev kadınlarının sayısı, 2009 yılında 12 milyon 101 bin kişi oldu.” haberler.com’dan alıntıdır.
İstanbul Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) raporundan yukarıya alınan bölüm, oldukça düşündürücü rakamları ve açıklamaları içermektedir. Şöyle ki;
Raporun başlığı “İşsiz Kadın Sayısı 10 Yılda İkiye Katlandı” şeklinde verilmiş olduğuna göre:
-Çocuk Hakları Sözleşmesine göre; temel olarak 18 yaşını doldurmayan her birey çocuk sayılmaktadır. Yukarıdaki raporda 15 yaş ve yukarısı kadın tanımına alınmıştır. Çocuk sayılan kadınlar tanımı değil doğrudan kadın tanımı yapılması, 15 yaşından sonra kadına bir emek gücü ve ana gözü ile bakıldığının ifadesi olarak ortaya çıkmaktadır. Çocuklardan kadın olmalarını istemek, ana olmalarını istemek ve iş-güçlerinden yararlanılacak bireyler olarak değerlendirmek hem çocuk hakları ile örtüşmediği gibi çocuk yaştaki kız çocuklarının baskı altına alınması, onlara omuzlarından kaldıramayacakları toplumsal görevlerin yüklenmesi demektir.
-“İşsizlerin toplamı sayılan kadınların işgücü” tanımı ile de kadının istihdam edilsin edilmesin işgücünün potansiyel işgücü olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Ayrıca istihdam edilenler ile farklı bir olguya değinilmek istenmektedir.
-“Ev işleriyle meşgul” olan kadınların “çalışma yaşamının dışında” değerlendirilmeleri ise ev içi üretimin tamamen yok sayıldığı mantalitesine eklenerek, aile içi üretimin hem kadının sırtına yüklenmesi sonucunu hem de işsizlik olarak değerlendirilerek bu yöndeki emeğin yok sayılması sonucunu doğurduğu görülmektedir.
-12 bin 100 kadının ev içi üretime katılıp başka alanlarda çalışmadığı yönündeki tespiti ise yaklaşık yüzde 34 kadının eve kapalı yaşamak zorunda bırakıldığını göstermektedir.
Çocuk ve kadın tanımları yeniden yapılmalı ve ayrıştırılmalıdır. Çocuk yaştaki bireylerin her türlü sorumlulukları önce büyük olanlarca üstlenilmeli ve çocuklar bundan muaf tutulmalıdır. Çocuklar yönünden kadın olacakların hukuku özenle korunmalıdır. Kadın olmak ve ana olmak sorumluluğu, en-azından 18-21 yaşından sonra kabul edilmeli ve kadına asla işgücünün bir neferi olarak bakılmamalıdır; iş gücünün katılanların cinsiyetleri arasındaki fark yok edilmelidir ki, o zaman kadın ve erkeğin şekilsel olarak eşitlendiği söylenebilsin. Bu yöntem işin en temel belirleyeni olmakla birlikte kadın erkek ayrımı ve eşitsizliğinin giderilmesi için sonuçsal olmadığının da bilinmesi ile eşitsizliğin giderilmesindeki ön-adım olarak değerlendirilmelidir.
Türk Tabipler Birliği Kadın Sağlığı ve Kadın Hekimliği Kolu’nun resmi web sitesindeki aktarımlarında; “Adalet Bakanlığı verilerine göre; töre ve namus cinayetlerinin de aralarında bulunduğu değişik nedenlerle öldürülen kadın sayısı 2002 yılında toplamda 66 iken, bu sayı her yıl artarak 2004’te 164’e, 2005 yılında 317’ye, 2006’da 663’e yükseldi. 2007 yılında ise 1.011 kadın öldürüldü. 2009 yılının sadece ilk yedi ayında 953 kadın cinayeti işlendi. 15 bin sanığın ancak üçte biri cezalandırıldı. Cezalandırılan faillerin hemen tamamı ise ‘’haksız tahrik” indiriminden yararlanarak hafif cezalar aldılar” denilmektedir.
Cinayetlerin/kadına yönelik cinayetlerin, resmi rakamlara yansıyan yıllara göre yükselme eğiliminin yüzde 100’ün üzerinde olması oldukça düşündürücüdür. Yukarıdaki rakamlar kadının salt cinsiyetinden dolayı hedef olması ile ilgilidir. Bu durum aile içi şiddetin -ki bu olgularda aileyi çekirdek aile olarak değerlendirmemek gerekmektedir- can almaya kadar tırmandığını, toplumdaki diğer tüm kadınlara yöneltilmiş psikolojik bir travmaya dönüştürüldüğünü göstermektedir. Kadına insan olduğundan çok, her an-her saniye kadın olduğu hatırlatılmak istenmekte ve pozitif cins-ayrımcılığı ölüme varana dek şiddet konusunda sınır tanımamaktadır. Erkeğin bu sınırsız şiddet özgürlüğü/terörü nasıl görülememekte ve duyarlılık konusunda ilgi alanı dışında tutulmaktadır? “Bana dokunmayan yılan, bin yaşasın” şeklindeki yanılsama, içinde bulunulanların tümünü zehirleyene kadar varlığını koruma eğiliminde olduğunda ise “başa gelen çekilir” düşüncesi ile içselleştirilmekten öteye gidilememesine neden olmaktadır. Salt cinsiyetinden dolayı kadına yöneltilen bu şiddet, toplumu oluşturan diğer tüm bireylerince önemsenmiyor, değerlendirilmiyor, -bir yönden özümseniyor- tartışılmıyor, giderilmesi için bireysel ve toplumsal yaptırımların, çözümlemelerin neler olması gerektiği konusunda ortaklaşma yöntemleri aranmıyor ise o toplumun ana/kadına yönelttiği tüm şiddet şekillerinden her birinin varlığını öyle ya da böyle sürdürmesi sonucunda toplumsal barışın yaratılmasını beklemek ham-hayal olmaktan öteye geçemez.
ILO, EUROSTAT ve TÜİK verilerinden –ilo.org- dünya genelinde yüzde 74,3 erkeğe karşılık yüzde 49,1 kadın istihdam edilirken, Türkiye’deki oran yüzde 64,3’e karşılık yüzde 22,2 olarak bildirilmektedir. Dünya genelinde ve yaklaşık olarak her iki cinsin sayısal eşitliği dikkate alındığında, dünya genelinde kadının istihdam edilme oranı bir bölü iki iken Türkiye’de bu oran bir bölü dörde kadar gerileme eğilimi taşımaktadır. Aynı kaynakların Kasım 2008 değerlendirmelerinde bunun nedenleri olarak; kadınların işgücü dışında kalmasında cinsiyete dayalı iş bölümü ile ataerkil zihniyet yapıları, kadınlar erkeklerin altı katı süreyi günlük ev ile bakım islerine harcıyor olmaları, çocuk, hasta ve yaşlı bakımında kamusal hizmetlerin çok yetersiz olması nedenlerinden kaynaklandığı bildirilirken ücretsiz aile içi işçisi kadın oranının ise yüzde 36 olduğuna değinilmektedir. Yüzde 49’u tarımda çalıştırılan ve emeklerinin karşılığı ödenmeyen kadınların, ayrıca toplamda yüzde 60’ının sosyal güvenceden yoksun oldukları dikkate alındığında; ücretli çalışanları ifade eden bir bölü dört oranı karşısında üç bölü dört olan kadınların, ücretsiz işçi olarak üretimde gizlendikleri ve bunun da yaklaşık –iyimser bir hesapla yüzde 40’nın kadın olduğu düşünülecek olursa ki çocuk yaşta kadın olmaya zorlananlar bu orana katılacak olursa daha yüksek rakamlar ile karşılaşılacaktır- 12 milyon kadına denk geldiği birlikte düşünülecek olunursa, değerler sisteminde kadının toplumsal yerinin yönetim kadrosunda yüzde 5,4 oranındaki temsiliyetleri karşısında belirgin bir şekilde önemsenmediği/değer verilmediği bir noktada bulunduklarını göstermektedir. Böyle olunca, “sofradaki yeri, öküzden sonra gelen “ kadınların doğurdukları ve büyüttükleri çocukları üzerinden erk-egemen düşünceyi bertaraf etmelerini beklemek haksızlık olacaktır. Emeği karşılıksız kalan kadının, yaşam mücadelesinde erkeğe bağımlı kaldığından onun güçlü olması için çaba harcaması kadar doğal başka bir şey olamayacaktır.
Kadınlarını erkeğe muhtaç bir şekilde yaşamaya zorlayan her toplum, kökünden acizdir.
Emekdünyası.net’in çeşitli kuruluşlardan derlediği ve aktardığı verilere baktığımızda;
“Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün 2002 yılı raporlarında belirtilen tahminlere göre; tüm dünyada üç kadından biri yaşamlarının bir döneminde dövülmekte, cinsel ilişkiye zorlanmakta ve diğer yollarla taciz edilmektedir… Dünya genelinde her dört kadından biri hamilelik sırasında eşi tarafından isteği dışı cinsel ilişkiye zorlanmaktadır.”
“Aile içi şiddete uğrayanların ancak yüzde 35’i bu durumu başkalarına söylemektedir. (Crime in England and Wales, Home Office, July 2002; Home Office Research Study, 1999)”
“Kadın Dayanışma Vakfı’nın 1995’te başkent Ankara’daki gecekondularda yaşayan kadınlar arasında yaptığı bir araştırma; kadınların yüzde 97’sinin kocalarının saldırısına uğradığını ortaya koydu. (Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, 2001)
“Başka bir araştırma; kadınların yüzde 58’inin yalnızca kocalarından, nişanlılarından, erkek arkadaşlarından ve erkek kardeşlerinden değil kadın akrabalar da dâhil olmak üzere kocalarının ailesinden de aile içi şiddete maruz kaldığını göstermektedir. (Ankara Tabip Odası, 2002)”
“Bir araştırmada; görüşülen 695 kadının yüzde 54’ü ailelerinde şiddet gördüklerini, şiddet gördüğünü söyleyenlerin yüzde 35,2’si en az dört yıl ve daha fazla zamandır şiddete maruz kaldıklarını söylemiştir. Şiddete uğrayan kadınların gördükleri şiddet türüne göre; kadınların yüzde 42,3’ünün dayak, yüzde 40,1’inin tehdit ve küfür, yüzde 12,6’sının yaralama, yüzde 3,2’sinin cinsel taciz ile tecavüz, yüzde 1,4’ünün eve kapatma ve yüzde 0,4’ünün öldürülme tehdidi ile karşı karşıya kaldıkları anlaşılmıştır. Bu grubun yüzde 40,4’ünün evlerinde, çocuklara karşı da şiddet uygulandığı saptanmıştır. (Kocacık, 2004)”
Tablolar iç açıcı görünmemektedirler. Dünya nüfusunun yaklaşık yedi milyar olduğu, yaklaşık/iyimser bir hesapla –18 yaşından küçükler hariç- 1,2-1,5 milyar insanın salt cinsiyetinden dolayı baskı, şiddet, öldürme, tehdit, cinsel saldırı ve aşağılamaya maruz kaldığı gerçeği oldukça düşündürücüdür. Tabipler Odası’nın yaptığı ve yukarıda aktarılan tespitlerinde yüzde 58 oranında kadınların salt erkeklerden değil erkeğin kadın yakınlarından da aile içi şiddet maruz kaldıklarını göstermesi yönünden önemli bir tespittir çünkü bu durum, erk-egemenliğin cinsiyetinin olmadığına dair önemli ip-uçlarını içinde barındırmaktadır. (“Şiddete maruz kalanların % 80’i yapacak fazla bir şey olmadığına inanmaktadırlar. Bu durum çaresizliğin kabulü anlamına gelmekte ve şiddete maruz kalanın pasif tutumuna yol açmaktadır. (T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1995)”)
Dünya ölçeklerinde “insan” tanımlanırken cinsiyet gözetilmediği halde çocuk tanımlanırken evrensel bir ortaklaşmanın olmadığı, kız çocukları aleyhine çocuk tanımının 18 yaştan geriye çekilerek 15 yaştan sonra kadın olarak değerlendirildikleri, birçok yerde ise bunun daha da vahim bir şekilde 12 yaş ve üzerinde algılandığı görülmektedir. Erkek çocukları aleyhine gelişen küçük yaşta büyük sayılmaları olgusu onlara iş-gücü gözü ile bakılmasından kaynaklandığı halde kız çocukları söz-konusu olduğunda salt iş-gücü olarak değil cinsiyetlerinden dolayı kadın ve analık görevlerinin yüklenmesinden kaynaklanmaktadır. Birey doğarken cinsiyetini seçme şansına sahip değildir. Gelişen teknoloji ile doğacak çocuğun cinsiyetini belirleme şansı olsa bile bu durum doğacak kişinin kullandığı bir tercih değildir. Yaşam maratonuna salınan insan yavrusunun, salt cinsiyetinden dolayı doğar doğmaz diğerine göre beş-bin-yıl geride başlamasının kabul edilebilir bir yanı yoktur. Bunu kabul eden ya da sessizce onaylayan ailenin/toplumun çocuklarına değer verdiğine dair tüm söyleminin bir paradigma olması kaçınılmazdır.
İnsan değerlidir; doğurgan insan daha değerlidir.
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.
(1) Dünya Atlası, Doğan Yayıncılık, 2010 S:36/40
(2) Age, S:40
(3) Age, S:42/43
(4) Age, S:4
Bu yazı ilk olarak insanokur.org‘da yayınlanmıştır.