Sürü, her şeyden önce sayısal bir çokluk demektir; ancak bu çokluk, ögeleri yek-diğerine benzeşen bir çokluktur; heterojen/çok türlü görünen türlerinde de tam anlamıyla homojen/tek-tür olma özelliğini taşır. Sayısal çokluklar bir araya gelmeyle oluşurlar. Fiziksel olarak bir araya gelen sayısal çokluklar ile bilgi/deneyim/bilinçsel olarak bir araya gelen sayısal çokluklar arasında önemli farklar vardır. Deniz ya da ırmak kumu fiziksel bir çokluktur ve fizik yasalarına bağlı olarak oluşurlar. Bir insan ya da hayvan topluluğu hem fiziksel hem de sosyal bir topluluk olarak salt fiziksel çokluklardan ayrışırlar. Hayvansal yaşam iç-güdüleri ile oluşan sayısal çokluk ile insanın yaşamsal iç-güdüsünü aşan sayısal çokluk arasında da farklar vardır; her ne kadar insanın sayısal çokluğunun temelinde hayvansal yaşam-içgüdüsü bulunsa da…
Doğal seçme olarak tanımlayan Darwin’in tespitleri ile türlerin neden bir-arada bulunduklarına, türün sürdürülebilir olması için geçirdikleri değişim ve dönüşüme ilişkin verileri, gözlemleri bilimsel olarak kitlesel bir-araya gelişlerin biyolojik/yaşamsal nedenleri anlaşılır bir yapı kazanmış bulunmaktadır. Sürüleşmek bu biyolojik belirlemenin ötesinde bir olgu olsa gerek.
Avcı toplulukları küçük klanlar, topluluklar olarak günü-birlik yaşarlardı ve diğer hayvan topluluklarından sayısal olarak daha küçük topluluklar şeklinde kalmaktaydılar. Antropolojik, arkeolojik, etnolojik tüm çalışmalar ve tespitler göstermektedir ki, sayısal olarak daha az olan insan türünün yaşamsal mücadelesi daha zorlayıcı olduğundan bu durum onun daha karmaşık yapıları geliştirmesinin nedeni olmuş ve bir açıdan insanlaşma süreci bu temeller üzerinde – denebilirse – emeklemeye başlamıştır. Sayısal çokluk var-olmak açısından insan türünün dikkatini çeken ilk olgulardandır. Bunu önemsemiştir.
Günü-birlik yaşayan avcı toplulukları yeterli avlanamadıkları zamanlarda açlığın diliyle baş-başa kaldığında sürekli farklı yöntemler geliştirmek durumunda kalmışlardır. Neolitik olarak tanımlanan dönemde biyolojik sürecini tamamlamış olan insanın insanlaşma sürecinde henüz emekleme aşamasında olduğu belirlenmiştir. Taneli/kültür bitkileri, taş, maden işlemeciliği, peşi-sıra yerleşik yaşam ve hayvanların evcilleştirilip sürüleştirilmeleri ile tarım, hayvancılık ve ilkel metalurji ile yeni bir dönemi yaşayan insan türünün, sürüleştirdiği hayvan topluluğu ile yakın temasını yaşaması süreci başlamıştır. Avcı topluluklarında olmayan yeni bir kurum oluşmaya başlamış demektir; çobanlık; sürüyü güden kimlik…
Sürü ve çoban ayrılmaz ikilidir; birinin olduğu yerde diğeri kaçınılmaz olarak vardır – var olacaktır. Tarım ve hayvancılık toplumlarına geçiş ile yaratılan yeni süreçte karşılıklı etkileşimler ile insan, sürünün denetlenebilir olmasına ve bolluk ve bereketine ayrı bir önem vermiştir. Bayramların çıkış kaynakları bu bolluk ve bereketlerin birer yansımaları/toplumsal iz-düşümlerini oluşturmaktadırlar. Sürünün cezbeden bu bolluğunun yanı-sıra denetlenebiliyor olması insan türünün daha çok ilgisini çekmiştir. Avcı topluluklarında avın kılığına girerek ona yaklaşmayı deneyen insan sürüleştirdiği hayvanların sürü şeklindeki edim/sizliklerini de mal edinmiştir. Bu duruma, sürüleştirenin sürüleşmesi olarak tanım koymak yerindedir.
Bir arada, el-birliği ile gerçekleştirilen üretimin, doğa güçleri karşısında insana sağlamış olduğu üstünlük, sayısal olarak çoğalmanın ekonomik/sosyal temellerini atmıştır. Yerleşik tarım ve hayvancılık üretim kültürü ile üründeki artıklık insan topluluklarının sayısal çoğalabilmelerine olanak sağlarken, bu durum aynı zamanda türün “doğal seçme” de varlığını korumasının nedenlerinden biri olmuştur. Diğer türlerden farklı olarak insan, ellerin serbest kalması ile birlikte el-dil-ayak-göz-beyin diyalektiğinin etkileşimleri/gelişimleri sonucunda iklimlere ve coğrafyalara uyum sağlamayı başarmıştır. Mamutların sıcak ve soğuğa karşı tüy dönüşümünü gerçekleştiremediklerinden dolayı elemine oldukları düşünülmektedir. Kıyaslanacak olursa insan, sırtındaki giysileri değiştirerek hem soğuğa hem de sıcağa uyum sağlayabilmiştir. Bu durum insan türünün doğaya uyum sağlamaya çabalamasının ona yetmediğini, doğayı kendine uyarlamaya çabaladığını göstermektedir. İnsan, yarattığı için var-olabilmiştir.
Bir arada, birlikte, el-kol-beyin gücünü kullanarak vahşi doğa karşısındaki kazanımlarını tarihsel belleği ile biriktiren insan “bilinç”i ni yaratmıştır. Bu bilinçsel doku ile bir yandan sayısal olarak çoğalırken, diğer yandan sayısal çoklukları denetim altına almaya başlamıştır. Bu sayısal çokluklar zamanla kitle denilen sosyal olguyu yaratmıştır. İnsan türünün belki de en büyük yaratısı/keşfi kitle olgusudur. Kitle öyle bir olgudur ki, bilinçli olduğunda önüne geçilemez bir güç iken, sürüleştirildiğinde ise bir bataklığa dönüşebilmektedir. Kitlenin bu iki uç/ayrı noktası bir tarih çizgisi gibidir; iyi ile kötü, güzel ile çirkin, özgür ve köle ayrımının kesiştiği ve ayrıldığı bir çizgi…Ki, sonuçta tüm bunların yaratanı da insan değil midir? Örneğin, çirkinlik doğal değil, sosyaldir/düşünseldir ve yalnızca insan türüne ilişkindir.
Sürü, kendi içinde devingen olsa da doğası gereği pasif/edilgendir. Bu durum, bir yığınlaşmanın yaşadığı yönsüzlük ile eş-değerdir. O, kendine yön gösterilmesini bekleyen kendi içinde kararlı ve fakat özde kararsız bir kitledir. Buradaki karasızlığı gideren öge ise, çoban olacaktır. Çoban, sürü kitlesinin beyni/karar mekanizmasıdır. Çobansız kalan bir sürü önce kendi içine doğru çekilir, safları sıklaştırıp, sokulur ve beklemeye başlar. En küçük bir uyarı aldığında ise, karasız ve panik bir halde dağılır. Dağılan bir sürü yeniden toparlansa bile o artık eski sürünün özelliklerini taşımayan bir sürüdür. Her an kopmaya hazır bir sürü kitlesine dönüşmüştür. Bu sürü kitlesi yeniden çobansız kaldığında ise, ilkinde olduğu gibi ilkin bir-diğerine sokulmaz; derhal dağılır. Bu ikinci tür sürü kitlesini denetlemek daha zordur.
Sürü kitlelerinin kendilerini yeniden üretmeleri sonucu bu döngü sarmal olarak eklemlenir ve zamanla denetimleri zorlaştığından onları yönetecek çobanların sayısal artışını gündeme getirir. Çobanların sayısal artışı kendi içinde mantıksal bir çözüm gibi görünse de çelişkisini içinde taşır. Yönetmedeki sayısal çokluk, karar verme sürecini uzatacaktır. Bu durum sürüyü denetleme gücünü zayıflatacaktır. Döngü sürdüğünde ise, sürü ve çobanlardan oluşan dış katman sürüsü ve devam eden bir sürü/leş/me halkası uzayıp gidecektir. Sonuçta hem sürü hem de çoban iç-içe geçer ve sürekli sürü üretip kısır bir döngüde eşleşir/eşitlenirler. Bu duruma, sürüyü yönetenlerin de sürüleşmesi ilkesi denilebilir.
Sürünün özde pasif/edilgen olması onun karar verme yetisinin olmadığını gösterir. Bu durum, sürüye dahil olan tüm bireylerinin sorumluluk bilincinin gelişmesine engel olan bir durumdur. Tüm sorumluluk kitleye mal edileceğinden sürüleşen birey kendini rahat duyumsar ve araç olmaktan yakınmaz. Ayrıca her sürü bir barınakta bulunur; bu barınaklar onların tebaalaştıkları tapınaklardırlar.
Tebaa, sürüleştirilmiş bir kitleyi temsil eder; sorgulamaz, her söyleneni tartışmasız benimser ve kendinden istenileni olduğu gibi yapar ve bunu yaparken de Tapınağın ona sunacağı sonsuz nimetler ve manevi gücü almak ister; tebaalaşan kitleler kendilerinden/düşüncelerinden/eylemlerinden ödünler vermekle karşılıksız davranmazlar, diğer yönden bir kazanç sağladıklarını düşünürler; onların en kuvvetli bağı ise ait olmak/aidiyet bağı ile bağlanmaktır. Tebaaya dahil olanın iç huzuru kitlenin genel huzuru ile örtüşür; sorgulamadan bir edimde/edimsizlikte bulunan kitlenin tüm bireyleri diğerinin yanlış/doğrusu ile varlık kazanacağı için sorumluluğu üzerinden atmakla/kitleye mal etmekle huzurlu olduğu duygusuna kapılır. “El ile gelen düğün bayram” ana/ata sözü tam da bunu ifade etmek için söylenmiştir.
Tebaaların ehlileştirilmesi, uyumlu birer araca dönüştürülmeleri gerekmektedir; yoksa tebaa denilen olgu yaratılmış olmayacaktır. Sürü topluluğunu bir arada tutan harç, ait olma duygusudur. Demek ki her sürü kitlesi ayrıca biçimlendirilmiş bir kitleyi temsil etmektedir. Biçimlendirmek, içinde bulundukları topluluğun/kitlenin bir parçası olduklarına, ancak onunla bir varlık kazanabileceklerine, onsuz hiç-bir-şey olmadıklarına inandırılmaları temeline dayanır; hiçbir sürü kitlesi, sürü ruhunu içselleştirmeden oluşamaz. Biçimlendirilmiş sürü kitlesinin ve bireylerinin kendi içinde kararlı olması onun değişen durumlar için karar verebileceği anlamına gelmez; onlar her yeni durum için çobanlar sürü kitlesinin vereceği kararı beklemekten başka bir şey yapamazlar. Bu yönüyle sürü, bildik olgulara tepki gösteren ve farklı olana karşı sessiz kalan bir kitleyi temsil eder ve kendiliğinden harekete geçemez.
Doğal, sosyo/ekonomik/politik baskı ve bunların yarattığı korkular, bireyler üzerinden topluma geri yansırlar. Korkulara karşı her bir bireyin geliştirdiği/geliştireceği tepkiler, yaşadığı yer/zaman dilimindeki koşuların yanında bireyin öz-direnci ve dirençsizliği ile doğrudan ilgilidir. Toplumsal bilinç/ruh ile bireysel bilinç/ruh hiçbir zaman tam örtüşmezler ve sürekli çatışma içerisinde bulunurlar.
Bilinç temelinde yükselen edimler/edimsizlikler, tüm davranış biçimleri bilinçsiz davranış biçimlerinden kesin olarak ayrışırlar. Korkuların oluşma ve yaratılmaları süreçlerinde bilinçsiz olanın korkusuz yaklaşımı, bilinçli olanın korkulu yaklaşımından ayrılsa da bilinçsiz eylemin doğurduğu sonuç bilinçli eylemin doğuracağı sonuç kadar etkili ve uzun erimli olmayacaktır. Şiddetin büyüklüğü ve biçimi kendine/ona karşı bir şiddet eğilimini yaratırken kitle onu oluşturan bireylerin bilinçli/bilinçsiz eğilimlerine göre bilinçli kitle ve sürü kitlesi olarak ayrışacaktır. Şiddetin hedeflediği ve pasifize ettiği kitle tam anlamıyla sür kitlesidir. Sürü kitlesi olmadıkça şiddet ögesi bilinçli kitle üzerindeki baskısını sürdüremez.
İmgeler ve bedenin keşfedilmesi için çocuğun tüm duyumlarını aktif kullanması ile taklit/benzeme yeteneğini geliştirmesi onun sosyalleşmesinin ilk adımlarını oluşturur ve benzeşme ile kalabalık içerisinde kaybolduğunu görmesini sağlar. Kamuflaj, bunun gelişkin biçiminden başka bir şey değildir. Gelişmekte olan bireyin farklılığı/kendiliği ile kabul görmesinin sosyal zeminlerinin sınırlı olduğu yer/zaman diliminde, dışta kalma korkusu ile kişisel farklılık giderek törpülenecek ve benzeşilen olgu onun yerine yerleşecektir. Bu durumun içselleştirilmesi ile/ tüm yönleriyle benimsenmesi ile sürüye bir halka eklemlenmiş olacaktır. Her kitlenin benzeştiği en az bir unsur/yön bulunmaktadır; sürü kitlesi ise, hemen hemen tüm yönlerden benzeşme eğilimi taşır; onu, sürü kitlesi yapan da bu durumdur. Demek ki, hemen hemen tüm yönleri ile benzeşen kitle için sürü tanımını kullanmak yanlış bir tanım olmasa gerek. Dışlanmak korkusu, en büyük toplumsal baskı/korkulardan bir tanesidir. Bu korkuyu her toplumun kendi iç dinamiklerine bağlı oluşturdukları çıkar dengesi belirler. Buradan hareketle denilebilir ki, sürüleştirme, temelinde bir ya da birden çok çıkarın korunması için güç dengesizliği içerisindeki güçlü olanın toplum adına bireye dayattığı, yaratmaya çalıştığı bir kimliksizleştirme eylemidir. Bu durum, sürü kitlesinin kimliğinin olmadığını da göstermektedir.
Bilinçli olarak bir araya gelen tüm kitlelerin bir amacı/yönelimi/hedefi vardır; bu hedef, kitleyi yaratan bireylerce belirlenir ve hedefe ulaşıldığında kitle kendiliğinden dağılır. Sürü kitlesi ise, bu özelliği taşımaz; onun bir hedefi yoktur. Amaç ögesinden yoksunluk sürü kitlesini kendi içinde ve içine çökmeye zorlar, bu durum dağılma eğiliminin de önüne geçer. Kitlenin amaçsızlığı kendini oluşturan bireyler üzerinde olumsuz bir etki yaratır; bu nedenledir ki, her birey içten bir rahatlık duyumsar iken, görünüşte sürüye dahil olmaktan sıkıldığı eğilimini yansıtır. Sürüyü var eden asıl unsur tam bu noktada ortaya çıkar; maskelenme/gizlenme…Maskelenmiş bireylerin oluşturduğu yönsüz ve dağılma eğilimi taşımayan; edilgen, kimliksiz, karar verme yetisi gelişmemiş kitleyi/sayısal çokluğu sürü/leş/mek olarak tanımlamak olanaklıdır.
Sürü kitlesi ilkin çitler ile çevrilmiştir; evcilleştirilmeye çalışılan hayvanların bu durumlarını içselleştirebilmeleri için geçmesi gereken süre içinde kapalı bir alanda tutulmaları bu durumu açıklar. Ancak bu durum çok uzun sürmemeli/sür-git devam etmemelidir; yoksa, elde edilmek istenen yarar azalma eğilimi gösterecektir. Öyle ise, en kısa sürede çitleri açmak gerekir. Yararlılık açısından bakıldığında bu durum daha mantıklıdır/ekonomik insan tipine uygundur. Önemli olan ise, çitler açıldıktan sonra da sürüye dahil unsurların çit içinde oldukları zamandaki gibi davranmayı sürdürmelerini sağlamaktır; o zaman, çit içinde oldukları zaman dilimindeki masrafları/giderleri azalmış ve verimlilikleri yükselmiş olacaktır. Sürüleşen kitlenin kendi içinde bir yönelimi / bir amacı yoksa da, çoban kitlesinin bir yönelimi/amacı her zaman vardır/olacaktır. Bu amaç, sürü kitlesini oluşturan bireylerin fiziki çitler açıldıktan sonra çit içinde edindikleri kimliksizliği sürdürmelerini temin ederek, çoban kitlesinin hizmetinde olmalarını sağlamaktır. Ayrıca çoban/lar kitlesinin sürüleşme eğilimi onun amacını ortadan kaldırmaz; araç kitleye dönüştüklerinde ise, sürü kitlesi ile ödeşeceklerdir.
Çitler sürü kitlesi için bir koruma duvarı oluştururlar. Onlar, o barınakta kendilerini güvende duyumsarlar. Fiziki, görünen çitler yanında bir de görünmeyen çitler vardır ki onlar her bir sürü bireyinin düşüncesinde/ide-sinde yer alır. Fiziki çitler korkulandan korunmayı sağlar, görünmeyen çitler ise korku duvarlarını yükseltirler; bu döngü, sürü kitlesini bir-diğerine sıkı sıkıya bağlı/bağımlı hale getirir. Çitlerin amacı da budur ve sürü kitlesini sürekli kılar; kitleden herhangi bir bireyin zarar görmesi onun doğrudan zararına olsa da, asıl zarar çoban/lar kitlesine ilişkin olacağından çitlerin sağlam olmasını çoban kitlesi sürekli olarak denetlemek durumunda kalır. Buradan hareketle şu sonuca varılabilir; sürü kitlesi korku duvarları olmadan var olamaz/sürekli olarak kendini üretemez. Doğal güçlerin insan türü üzerindeki korkuları zamanla sosyal/kolektif korkulara ve böylece de tarihsel/sosyal olgulara dönüşerek birey üzerinde etkimeye başlarlar. Bir kitleye mal olacak ile onun bireye mal olması, bir bütüne mal olan ile bir tekile mal olması gibi sürüleşen bir ruh yaratır; “el ile gelen düğün bayram” Bu duyumsama, sürüleşen kitle bireyleri üzerinde bir duygudaşlık yaratır; bireyleri arasındaki eşitlik ona güven duygusu aşılar ve bundan dolayı bir zarar görmeyeceği umudunu yaratır. Sürü kitlesinin kendince yarattığı bir hayal bir umut yoktur; o, kendine dayatılmış ve farkında olmadığı bir hayal, bir umudun taşıyıcısıdır; önemli olan ise, bunun –umudun- gerçekleşebilirliği konusunda hiçbir bilgisinin olmamasıdır; o, sadece kendini öyle duyumsar; hepsi budur. Sürü kitlesi bu yönü ile mezbahaya götürülürken bile kırlarda sere-serpe otlayıp, koklaşan, meleşerek, çayır-bayır gezebilecek biri olduğu umudu ile yürüyen koyundan farksızdır. Bu durumda olduğunun farkında olmamak onun mektebi değil en azından alaylı bir bilgisizlik içinde olması ile örtüşür; sürüleşmek tam anlamıyla ve her açıdan bir bilgisizlik/bilememe sonucunda belirginleşen bir edimsizlik/benimseme sonucunda ortaya çıkar.
Sürü kitlesindeki bireyler üretken olsalar bile bu üretkenlik maddi üretimle sınırlı kalır; öz-de sürü kitlesi bireyleri düşüncede tembeldirler ve üretken değillerdir. Sürünün temel belirleyenlerinden biri de sür-git olanı devam ettirmek ve ona yeniyi katmamaktır. İnsan türü, insanlaşma aşmasının emekleme döneminde çok çalışmış/üretmiştir; tembellik ona daha sonraki aşamalarda eklemlenmiş olsa gerek. Sürülerin/evcillerin artması üründe artmaya ve bireylerin üretim dışı zamanları yaratmalarına neden olmuştur. Temelde “boş-zaman” bir aldatmaca olsa da zorunlu/gereksinimlerin üretilmesi için geçen süre dışında bir zamanın yaratılmış/yakalanmış olması bugünün deyimi ile “boş zaman” a denk gelmektedir. İnsan, sürekli olarak üretebilecek iken boş zamanın tembelliğine de kapılabilir. Bu tembellik yapısal bir duruma dönüştüğünde insan da yarı tüketicilikten, tam tüketiciliğe doğru evirilir. Sürü kitlesinin maddi üreticiliği onun düşünsel tüketiciliği/yoksunluğu ile çelişki oluşturmaz; tam tersine örtüşürler. Sorgulamaya karşı bu tembellik onu sefil yapar; bu nedenle denebilir ki sürü kitlesi sefillerden oluşmaktadır. Böylesi kitle hem karar verme yetisini de geliştiremediğinden, maddi olarak neye gereksinim duyduğuna, neyi üreteceğine karar veremediği için neyi ve boş denilen zamanı nasıl tüketeceğini de bilemez. Bu yöndeki tüm değerlendirmeler/kararlar ona bir şekilde dayatılır ve o da bunlara harfiyen uyar; sürünün sessizliği buradan gelmektedir.
Sürüde itaatsizliğe asla yer yoktur. Kitlenin korunması bahanesi ile çobanın çıkarları kitleyi oluşturan her bireyin çıkarından daima daha üstün tutulur ve bu nedenle en ufak bir sorgulayıcı tavır derhal cezalandırılır. Yaptırımın şiddeti itaatsizlikle doğru orantılı olmaz; çünkü yaptırım itaatsiz üzerinde uygulansa da asıl yöneldiği diğer bireylerdir. Yaptırımın diğer bireyler üzerindeki etkisi genel bir korkuya dönüşerek kendisini gösterecektir. Buradan hareketle denebilir ki, fiziki ve düşünsel şiddet olmadan sürüleştirmek/sürüleştirilmek olanaklı değildir.
Taklit etmek “ben”lik üzerinde bir yabancılaşmaya neden olur; taklit edilen “ben”in yerine geçer. Taklit etmek, bire-bir benzeşme eğilimi taşır; genel benzeşme eğiliminden farklıdır. Genel benzeşme eğilimi canlı türleri arasında var-olan bir eğilimdir ve öğretiseldir. Bu eğilim bazı türler için iç-güdüsel olsa da hepsinin ortak paydası görsel ve işitsel ve kalıtsal olmalarıdır. Civcivin yemi gagalama taklidi, bebeğin sesleri benzeştirme eğilimi birer taklit etme süreçleri olarak göze çarparlar. Güdüsel benzeşme yönelimleri kısa sürede sonuçlarını yaratırlar. Ancak, belleksel benzeşme yönelimleri daha uzun zaman diliminde sonuçlarını doğurur. Bunun nedeni ise, belleksel benzeşme eğiliminin kişiselleştirilmesi olsa gerek. İnsan türünün her bebeğinin benzeşme gösterdiği eylem biçiminin farklı olması buna işaret etmektedir. Benzeşme eğiliminin içinde var-olunan sosyal çevre tarafından önemsenmesi, özendirilmesi, beğenilmesi kişilik oluşumunda kalıcı etkiler bırakır. Ve bu durum aynı zamanda sosyal çevreye uyum sağlamayı kolaylaştırır. Ancak, bununla sınırlı olduğu düşünülmemelidir. Benzeşmenin takdir edilmesi aynı zamanda/ve ayrıca tarihsel belleğin törpülenmesi, biçimlendirilmesidir. Benzeşmeyen tavırlara gösterilen tepkiler olgunlaşma sürecindeki kişide değişik kırılmalara ve yansımalara neden olur. Suyun akışına kendini bırakmak ile akışa karşı kulaç almak arasındaki devasa fark küçük yaşlardan kişi üzerinde etkilerini göstermekte olup bu şekilde algılanmalarını sağlamaktadır. Kendini olduğu gibi benimsetemeyen birey dışlanır. Toplumsal değer yargıları bireyin hangi çerçevede kendini gerçekleştirebileceğine dair bir hareket alanı yaratır; bu alanın sınırları toplumsal çitlerle çevrilidir. Bu çitleri aşmaya çalışan tüm bireyler öyle ya da böyle dikenler tarafından kanatılırlar. Kanatılmamak için “suya-sabuna-dokunmama” şeklinde bir genel-kanı oluşmaya başlar. Sürüleşmenin nedenlerinden biri demek ki, toplumsal değer yargılarıdır. O zaman denebilir ki, bir açıdan sürü, suya-sabuna-dokunmayan yığınların oluşturduğu bir topluluk/sayısal çokluktan başka bir şey değildir.
Sürünün kendince bir dili vardır; o dil, çok sayıda sözcüklerden oluşmayan bir dildir; kısır ve yetersizdir. Bu dil ile yalnızca günlük yaşayışta zorunlu olanlar dile getirilir ve ötesi yoktur. Bu dilin felsefesi, şiiri, sanatı da yoktur. Sürünün dili ezbere dayalı yinelemekten öteye geçmeyen bir dildir. Farklı bir dil hemen göze batar, dikkat çeker ve dışlanır. Sürü kitlesinin temel belirleyenlerinden biri olan öğretisel dil kalıpçıdır/dogmatiktir. Bu dil nesiller arası aktarılır, tutucudur. Sözcük sayısının azlığı onun düşünsel yapısının sığlığı ile doğru orantılı, kimlik edinmesi ile ters orantılıdır. Sürü, dilin/sözcüklerin yetmezliği üzerine oturmuş kitlesel bir çokluğu ifade eder. Sözcüklerin sınırlandırılması, yasaklanması kitlenin düşüncelerinde özgür olmadığını gösterir. Demek ki, sürü kitlesi düşünce özgürlüğüne yabancı olan bir kitledir. Düşüncenin özgür olduğu bir yer/zamanda sürüleştirmek olanaklı değildir. Sürü kitlesindeki bireyler bu yönden kendilerine ilişkin olmayan ve dayatılmış düşüncelerin sahibi/taşıyanı olan bireylerden oluşur. Doğrusu sürü adına karar vermeye yetkili/yetenekli bir/bir-çok çoban olduğuna göre onun düşünmeye, karar vermeye, keşfetmeye gereksinimi de olmasa gerek! Fizik ve düşünsel/toplumsal çitlerle çevrili sürü kitlesinin yaratmadaki kısırlığı, gereksinmeyen maddi üretimi ile de ters orantılıdır.
Sürüleşmek/sürüleştirilmek eş-anlamlıdır. Her iki olgu da bireyin kendine yabancılaşmasını ifade eder. Yabancılaşmanın vardığı nokta suskunlaşma, benimseme, itaat etme, sorgulamama, dokunmama, düşünmeme temellerinde yükselir. Bireysel öz-güven toplumsal yapılar ile beslenir ya da törpülenirler; umudun ve güvensizliğin yeşertildiği toplumsal yapılanmalarda öz-güven sarsılır ve kitlesel olarak sürüleşme eğilimi boy gösterir. Bunda, kişisel cesaretsizlik/korkular da rol oynarlar. Sürü korkuya dayalı ve kendi umudunu yitirmiş kitleler yığınından oluşur.
Sürü kitlesini oluşturan bireyler hemen hemen her alanda, konuda, edim/edimsizlikte benzeştikleri için benzeşmeyen ögeleri dışlayarak kendine dahil etme/katma gereksinimi duyumsar. Bu reaksiyon/tepki onun varlık nedenidir. Bu tepkiler, ayrık olanlar üzerinde fizik/psikolojik baskı yaratır; dayanamayan sürüye dahil olurken, dayanma gücünü bulan ise sürü dışında kalır. Sürü kitlesi tüm yaşanan olumsuzlukları kendine dahil olmayan unsurlarda aramak/göstermek suretiyle hem kendi yanlışını/hatasını gizler, hem de “öteki” denileni yaratmış olur. Sürüleşenin ne gözü ne de kulağı yoktur; görmez, duymaz ve bildik sözcükleri dışında da dili yoktur; o, yalnızca susar, duymaz, görmez; üç-maymundur oynadığı; sağır-kör-dilsiz…Sürünün yaşantısı monoton/tek-düzedir; yirmi dört saati dilimlere bölerek şartlanmış biçimde yaşar. Saatin zembereği boşalır da sürü kitlesinin ritmi değişmez. Sürüleştirilen birey bir yandan yabancılaştırılmasına karşı utanç duyumsarken diğer yandan da “kendi” olmaya cesaret edemez. “Kendi” olanı hem kıskanır ve hem de suçlar; kısır bir döngüde yaşamını sürdürüp-gider. Böylesi bir yapı hantaldır,beklentisi ve hayali yoktur. Çıkış noktasına geri dönemez. Sürü kitlesi, güçsüz olanların sayısal birlikteliğidir. O, salt hizmet etmeye adanmış bir robottan başka bir şey değildir.
Sürüleştirilmek ayrı ve yabancı bir kimlik oluşturur/edindirir. Onun beğenisi çobanın gözleri ile değerlendirildiğinden, böyle bir kitle içindeki bireyler kendi aralarında göze-girmek için adeta yarışır haldedirler. İnsanın sömürülmek için yarışması çok aykırı görünse de bu durum, ego-ya yenik düşmesi ile açıklanabilecek bir gerçekliktir. O, bu yöntemle –göze/girmek- kimlik kazandığını düşünür; aslında edindiği, biçilmiş bir sosyal-statüdür. Biçilmiş sosyal statülerden bir çıkar sağlamayı/yer edinmeyi düşünür. Ve fakat hem yerden hem de çıkardan olur. Bu yönüyle sürü kitlesi kendi içinde sürekli bir çatışkıyı yaşayan bir kitledir ne kendi ile ne de diğer bireyler ile barışık değildir. Böylesi bir kitlenin dengesi ise, tüm üyelerinin robotik-benzeşen davranışlarıdır.
Hiçbir bireyin yek-diğerine benzemediği bir gerçeklik olduğuna göre, sürü kitlesinin bu benzeşmesi ancak maskeler ile sağlanabilir. Bireylerin ortaklaşmaları ve benzeşmeleri farklı olgulardır. İnsanlar ortaklaşabilirler ve fakat asla bir-diğerinin tıpkısının aynısı değildirler. Tek yumurta ikizleri bile farklı ıra (karakter)-larda olduklarına göre, tıpkısının-aynı olma durumu insana ve doğaya yabancılaşmadır. Buradan hareketle denilebilir ki, sürü kitlesi, tıpkısının-aynı olan, maskeli, edilgen, güçsüz, kimliksiz, yönsüz bir kitledir.
Sürüleşmek/sürüleştirilmek nereden bakılırsa bakılsın kimliksizlik/kimliksizleştirilmedir. Bunu yaratan insan olduğuna göre, aşılmaz değildir.
3/23 Haziran, 2010
Batı
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.