Hiçbir şey tarihin mahzeninde sonsuza dek saklı kalamaz; er ya da geç her şey gün yüzüne çıkar. Olayları kayıt altına almak -ki bir zamanlar bunu yapanlara vakanüvis deniyordu; olayları yazıya geçiren tarihçiler olarak tanımlanabilir – bir birikim gerektirdiği gibi maddi bir zenginliği de içinde barındırır. Bu nedenle tarih yazmalarının büyük bölümünün zamanın egemenlerince yazıya geçirildiklerini söylemek abartı olmayacaktır. Yazılı tarihi kaynaklara başvurulduğunda bu hususun göz ardı edilmemesi gerekir. Geçmiş yaşanmışlıkları anlayabilmek ve gerçeğini öğrenebilmek için birçok kez resmi tarih okumalarının tersinden yorumu ile sonuca varılabileceği anlaşılır bir durumdur. Her ne olursa olsun yazılı tarih yazmaları önemli belgelerdir; ancak muktedir olanlarca kaleme alındıklarından amaçları, toplumu yönlendirme eğilimleri, abartmaları hesaba katıldığında bir de yazılı olmayan ve fakat tarihsel olaylara canlı tanıklık yapan insanların anlatıları tüm diğer kaynaklar kadar değerli ve önemli hale gelmektedir.
Hiçbir özne elbette tarafsız değildir ve fakat bireysel öznellik resmi tarih yazımının yanında daima daha masum kalacaktır. Bu nedenle sözlü edebiyatın, anlatının, mesel ve kıssa-nın değeri daha önemli sayılmış ve birçok kültürde kahramanlıklar, sevdalar, ayrılıklar, çatışmalar, sevgi, hasret ve aşk sözlü anlatıya konu olmuş ve kuşaktan kuşağa aktarılmışlardır. Tarihi olaylara bireysel tanıklık ve kişisel anlatım da benzer bir özelliğe sahiptir. İlkinde olgu ve olaylar şekillendirilerek ve kurgulanarak anlatılmakta iken ikincisinde bir olayın görgüye dayalı anlatımı söz konusudur. Geçmişte yaşanmış ve tüm zamanlarda utanç sayılan insanlığa karşı işlenen suçlarla yüzleşebilmek, olanların tekrarını önlemek adına ileri bir adım sayılmalıdır. Ne şekilde olursa olsun, kim tarafından ve hangi amaç uğruna yapılıyor olursa olsun kitlesel insan kıyımı, katliam, soy-kırım insan olma onurunu zedelemektedir. İnsan diğer canlılardan farklı ve daha gelişkin, uygar olduğunu düşünüyorsa eğer hiçbir canlının kendi türüne uygulamadığı mezalimi, yıkımı yapma hakkını ve lüksüne sahip olmadığı bilincini taşıyor olmalıdır yoksa ne uygarlaşmaktan ne kültürden ne de medeniyetten söz edemez. Teknolojik ilerlemelerin birçoğunun yok etmek, imha etmek düşüncesinin bir ürünü olmaları insanın çözmekte aciz kaldığı çelişkilerinden biri değil midir? Tüm çelişkilerine rağmen tarihte yaşanmışlar ile yüzleşebilmek, yanlışı teslim edip ileriye doğru adıma alabilmek için tüm coğrafyalar, sınırlar ve ulusal ölçeklerin dışına çıkabilmek gerekir. Zira coğrafya, sınır ve ulus denilen mevhumlar sınırlayıcıdır ve peşin yargıları içinde barındıran dogmalarla dolup taşmaktadır. Paradigmalar da bu dogmalar üzerine inşa edilen kaleler ve şapellerden başka ne olabilir ki?
Toplumsal bir hafıza vardır ve onun sayesinde birey içinde yaşadığı ve hazır bulduğu toplumu daha iyi anlar. Muktedirlerin yaratmak istedikleri bilinçsizliğe karşı, unutmaya, unutulmaya karşı toplumsal hafızanın direnci bireyin direncinden kat-be-kat fazla olduğundan ve yok edilemediğinden bilgi kirliliği ile algı yaratarak zayıflatılmak istenen olgu da toplumsal hafıza olmaktadır.
Bir taş, bir çakıl yüz-yıllarca rüzgarın, yağmurun, ısının, nemin, basıncın altında şekillenmiştir. Onu, taşı yontarak bir üretim aletine çevirmek insan istencinin sonucunda gerçekleşmiştir. Bu biçimlendirme ilk ve ilkel devrim sayılabilir. Şekli, biçimi, keskinliği niteliksel özelliklerini oluşturur ve onun sayısal çokluğu ise niceliksel kapasitesini gösterir. Çok basit görünse de bu şekillendirme süreci öncelikle bir gözlemi gerektirir, sonra ayırt etmeyi ve giderek düşünceyi ileriye doğru savurarak ona yetkinlik kazandırır. Bir çakıl taşı etrafında dönerek çoğalan düşünce/ler her daim maddi dünyadan esinlenmiş ve bununla yetinmeyerek gerçeği ikiye ayırıp bir düş denizini doğurmuştur. Reel olandan kaynaklanan düşünce ötesine taşmıştır; düş ve gerçek arasında tülden bir perde var sayılabilir. Her kime sorulursa sorulsun bir çoğunluğun özgür olduğunu söyleyeceği rahatlıkla söylenebilir. Oysa özgürlük nedir ve kime göredir, sınırlı mıdır, sınırsız mı? Ya da eşitlik olmadan özgürlükten söz edilebilir mi? Eşitlik özgürlük kadar neden önemsenmiyor? Gerçeklik ve düş, paradigma ve entelektüel yaklaşım, özne ve sürü…
Özgürlük insan için her daim bir amaç olmuştur. Köleci toplum düzeni gibi bir yaşam formunu deneyimlemiş ve bu nedenle özgürlüğüne ayrı bir önem vermiştir. Yadsınacak bir yanı elbette olamaz, lakin eşitlik bu denli savunulmadığından olsa gerek ilkel komünal düzenden köleci toplumsam düzene geçerken kölelik biçiminin her yeni üretim ilişkisinde yeni bir biçime bürüneceğini ön-görmemiştir. Bu hayali yansıma onun köleliğinin kalıcı başlangıcı olmuştur. Eşitlenmeyen hiçbir şey yek-diğerine göre özgür olamaz. Tüm bunlardan dolayıdır ki araç olması gerekenler insan yaşamında birer amaca dönüşmüştür. Tekeri icad etmiş ve sonra onun hizmetine koşulmuştur, tekerlek döndükçe birikmiş ve biriktiği kadar insan kendine yabancılaşarak küçülmüştür. Tüm yaşanmışlıklar içinde ve her daim kim olduğunu bıkmadan usanmadan sorgulamış, kimlik kavgasını önce kendine karşı daha sonra da yaşadığı topluma karşı yapmaktan geri durmamıştır. Toplumlar kitlesel katliam yapanların edimlerine göre değil bu katliamlara karşı direnen insanların devrimci kimliği ile şekillenmiş ve yoğrulmuştur. Spartacus ismi o nedenledir her daim anılmıştır.
Düş çizgisinde gerçeği arayan, sorgulayan ve utancın resmini çizen her kimse insan olmanın onurunu paylaşan kimlik demektir.
Gerçeğe veda edilemez.
Akarca/ Kasım 2024
Esin Kitabın Künyesi;
Han Kang, Veda Etmiyorum, A.P.R.I.L Yayıncılık, 3. Baskı Eylül, 2024, Koreceden Çeviren: Göksel Türközü, 264 sayfa
Not: Yayınevi tarafından alıntı yapılması da yasaklandığından kitaptan alıntı yapılamamıştır.
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.