Gözlerimiz açıkken bile nasıl olur da dünyanın renklerini göremeyiz?
Jose Saramago’nun “Körlük” adlı başyapıtı, bu soruyu sormamızı sağlayan bir ayna tutar bizlere. Kitap; salgınla körleşen bir kenti anlatır oysa asıl körlük, gözlerimizin önündeki gerçekleri görmeyerek bulaşır. Yani körlük salgını toplumun adaletsizliklere, eşitsizliklere ve baskılara karşı gözlerini kapamasının bir simgesidir.
Demokrasi, her birimizin dünyayı kendi gözlerimizle görebileceğimiz bir düzen vaat eder. Her sesin duyulduğu, her fikrin değer bulduğu bir toplum yaratmaktır zorlu olan. Toplumsal barışın temeli de erişmesi güç bir hayal olması da burada yatar: Birbirimizin bakış açılarını anlamak, birbirimize benzemeden, benzetmeden farklılıklarımızla biricik olabilmek.
Saramago’nun kurguladığı kentteki gibi biz de zamanla körleşmedik mi? Yavaş yavaş, sessizce, birbirimize körlüğü bulaştırarak; adaletsizlikler karşısında gözlerimizi kapıyor, haksızlıklar karşısında sesimizi çıkarmıyoruz.
Gölgede kalmış sesler, sessizliğin ötesinde bir arayış içinde. Tek sesin yankıları arasında, kaybolmuş çoğulculuğun izini sürüyoruz. Bir zamanlar demokrasinin vaat ettiği çok seslilik, şimdi tek sesin gölgesinde solgunlaşıyor. Kulaklarımızda güç ve otoritenin sesi yankılanırken farklı düşüncelerin, alternatif bakışların ve çeşitliliğin sesleri susturuluyor. Ve ironik bir şekilde, bu tek sesin karşısında duran her yapı, zamanla kendini onun yerine koymaya çalışıyor. Her muhalif oluşum, her alternatif grup kendi içinde bir “tek adamlığa” dönüşme riski taşıyor. Farklı sesler, farklı düşünceler, birer tehdit olarak görülüyor. Özgürlük, demokrasi hülyası homojen toplulukların duvarları arasında hapsoluyor.
“Öteki” eksenine yerleşmiş, birbirimizi duymadığımız, görmediğimiz öfke dolu hayatlar sürüyoruz. Muhafazakârlığı dini bir terim olarak görüp düşünce sistemlerimizin ne kadar muhafazakârlığa battığını fark etmiyoruz. Ait olduğumuz küçük topluluğun ayıplarını görmezden gelip öteki/lerin ayıbına mercek tuttuğumuzda işte Saramago’nun körlük salgınına yakalanıyoruz.
Toplumun derinliklerinde hâlâ çoğul sesler yankılanıyor. Bu sesler, gölgelerin arasından sıyrılıp ışığa kavuşmayı bekliyor. Bu sesler, farklılıkların, çeşitliliğin güzelliğini, demokrasinin ve toplumsal barışın zenginliğini hatırlatıyor.
Toplumsal barış ancak her sesin duyulduğu, her fikrin değer bulduğu bir toplumda mümkün. Ve bu ancak gölgelerin arasından çıkıp çoğul seslerin armoni içinde yükseldiği bir vakitte gerçekleşebilir.
Körlük salgını ancak ötekinin ışığı ile iyileşebilir. Ve iyileşme bir kez başladı mı ne adaletsizlik kalır ne eşitsizlik. Rengarenk bir armoniye dönüşüverir hayatlarımız.
Hasan Hüseyin’in dediği gibi:
kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni