İnsan, başlı başına bir fenomen; iki ayakları üzerine evrimleştiği günden bugüne kadar doğal süreçlere müdahale eden, değiştiren, yaratan, kültürü, tarihi dili gerçekleştiren sosyal bir canlı. Teknolojide katettiği ilerlemeye bakılırsa evrim sürecine bile genler üzerinden müdahale eden tek canlı türü; gerçi bir “tür” olamadığı da söylenmektedir. İnsan nedir, ne olmalıdır, nasıl olmalıdır, hangi canlı için insan tanımı yapılabilir, insanı üstün kılan şey nedir ya da üstün müdür? Bu soruların evrensel, genel geçer yanıtları var mıdır? Yere ve zamana göre evrensel tanımlar bulmak ne mümkün ne de gerekli olmasa gerek; lakin bir canlı kategorisi olarak “insan” tanımı bir kere yapılmış ise bu kategorideki canlının ne menem şey olduğu konusuna açıklık getirmek gerekmektedir.
İnsan her şeyden önce bir canlı varlıktır. Tüm canlılarda olduğu gibi bir yaşam döngüsüne sahiptir; yaşama arzusu, iç-tepkisi vardır. -Yaşamanın ne olduğu, olması gerektiği de ayrı bir tartışma konusu olsa da şimdilik empas ederek “insan” tanımı üzerinde yoğunlaşmak konuyu dağıtmamak adına önem arz etmektedir. El-ayak-dil-beyin diyalektiği ile diğer canlılardan hızla farklılaşmayı gerçekleştiren insan önce varlığını sürdürebilmek için “üretim araçları”nı icat etmiş ve bununla sınırlı kalmayarak geliştirdiği tekniklerle “artık ürün” sağlamış ve bu diyalektik süreçte yeni yeni “üretim ilişkileri”ni gerçekleştirmiştir.
On binlerce yıl besin bulmakta ve ele geçirmekte yaşadığı doğal zorluklar karşısında besin kaynaklarına duyduğu açlık onu/insanı besin kaynakları üzerinde ve “üretim ilişkileri”nin farklılaşması ile “toplumsal ürerim” üzerinde tutucu, çoğaltıcı, saklayıcı bir şekilde sahiplenme duygusu ile beslemiştir. Şairin dediği gibi “açlığın dili olmaz”, lakin tokluğun sınırı da hiç olmamıştır. İnsan bu çelişkiler üzerinde uygarlıklar yaratıp, bir diğerini yerle yeknesak ederken hem kendi ile hem yaşadığı toplumun diğer bireyleriyle ve diğer toplumlar ile sürekli çelişki içerisinde olmuş; kıyasıya kavgalara, yıkıcı savaşlara kadar işi büyütmüştür. İnsan yapıcı, üretici olduğu kadar gereksiniminden fazla tüketebilen, obur, egoist ve yıkıcı bir canlı varlık olarak diğer canlılardan kesin hatlarıyla ayrılmış bulunmaktadır.
İnsanın evrimleşerek gerçekleştirdiği tüm bu olgular sahip olduğu özellikler/yetenekler/beceriler olsa da “insan”ı tanımlamaya yeterli sayılamaz. Zira insan bundan fazladır; o/insan tüm bunların yanında tercih yapabilme istencini/iradesini geliştirmiş ve gerçekleştirebilmiş olmakla ayrı bir yerde olma durumunu elde edebilir. Bu edimini ilahi olmayan bir üstünlük olarak kabul etmek mümkündür. İnsanı insan yapan olgunun yaptığı tercihler olduğu söylenebilir; sürüden bireyi ayıran tek olgu budur. Öyle ise bu denklemlerden hareketle denebilir ki tercih yapamadıktan sonra hiçbir şey olunamıyor. Eklemek gerekir ki her hal ve şartta bu tercihin savaştan yana değil barıştan yana, salt tüketimden yana değil üretimden yana, değişim değerinden değil kullanım değerinden yana olmasıdır özlemi duyulan şey…
./..
Hayat insanın ayraç sayılan kısa bir zaman dilimindeki varoluş biçimlerinin toplamıdır. Kısa bir zaman dilimi olsa da çok şeyler yaşanır, görülür ve geçirilir. Çok azı ismini kazır geçtiği topraklara, birçoğu ise isimsiz kahramanlardır…
İnsan doğası gereği huzur, güven, sağlık ister ve varoluşunun keyfini doya doya çıkarmak, eğlenmek ister. Nerede, ne zaman ve hangi sosyal doku içerisinde dünyaya ayak basacağını bilemez, kendini öncesinden hazırlanmış sosyal-ekonomik-politik bir ortamda bulur ansızın. On bin yıllar öncesinde var olduğu söylenen ütopik “komünal toplum” tarihin sahnesinden silinmiş, ardı sıra çelişkileri sürekli yoğunlaştıran sınıflı toplumlar şekillenmeye başlamıştır. Hiçbir şeyin kendi başına bir değeri yoktur aslında; değer, şeyde biriken, onu biçimlendiren insan emeğinden başka bir şey değildir.
Ancak değerli kılınan her şey ilgi çeker, istenir ve sahiplenme duygusu ile insan kendi yaratısı nesneye sıkıca bağlanır. Bu nesnelerin birçoğu hayatı idame ettirmeye yaradığından her insanın bunlara gereksinimi olur.
Açlıkla sınanmış insanın doymak bilmeyen egosu, “üretim araçları” üzerinde kurulan mülkiyetle birleştiğinde ezen ezilen, sömüren sömürülen şeklinde katmanlaşmaya başlar topluluklar; sömürünün devamını sağlamak için bir hukuk, ahlak, inanış ve hepsini koruyan bir eril güç ortaya çıkar. Bir çoğu hayata eksilerle başlar, çalışır çırpınır ve tok karına yaşamını idame ettirir. Bu çoğunluğun yaşam dilimlerindeki keyifli anları hem sınırlı hem de kısacıktır.
./..
Birey/özne olma durumu, uygarlaşmanın yaklaşık son 300 yıl öncesi kadar çok yenidir. Bir klana, bir topluluğa aidiyet bağı ile bağlı olmadan ve onsuz tanımlanabilme olarak özneleşme Avrupa merkezli reform, rönesans ile başlayan ve “üretim araçları” ile çelişkiye giren “üretim ilişkileri”nin burjuvazi lehine sonuçlanmasının bir sonucu ve de gereğidir. Zira özgür birey olmadan sanayi devrimini gerçekleştirme, makineye insan emeğini koşturmak mümkün olmayacaktır; özgür köleler yeni bir yaşam biçimi ile yerlerini almış demektir. Artık gündelik hayat birçok kişi için rutin/sıradan eylemlerin gerçekleştirildiği bir arena gibidir; koşuşturma aynı, telaş aynı, korku endişe aynı neredeyse üretim ve tüketim de aynı gibidir.
Rutinin/sıradanlığın dışına çıkan yok mudur? Elbette vardır ve kimi bu olanaklara sahip olduğu için kimi de akıntıya kürek çekmek için rutinden/sıradanlıktan uzaklaşma gereğini duyumsar. Sıradan yaşam biçimleri bir diğerinin dikkatini çekmez, göze-batmaz ve fakat sıra-dışı yaşamlar ise hem dikkat çeker hem de göze-batar.
Sıra-dışı olmak her daim kişisel ve toplumsal riskleri de göğüslemek gerektirir; bu nedenle sıra-dışı olan kişi bu riskleri göze alan kişidir; küçük olsa da bir cesaret gerektirir. Temelinde uygarlaşma sürecine büyük katkılar sağlamış olan kişiler sıra-dışı kişiler olmuşlardır; o nedenle de hatırlanmaktadırlar. Korkuların üstüne üstüne yürümedikçe korkular aşılamaz duvarlar gibi hep kişinin önünde durular. Eşik değer her zaman aşılmayabilir; bu nedenledir ki sıradanlaşıp unutma eğilimi taşır insan.
./..
İnsan doğduğu günden itibaren birçok olay yaşar, birçok şeyle karşılaşır ve belli bir yaştan sonrasında yaşadıklarının bir kısmını hafızasına kaydeder, anılar biriktirir; kimi sevindiği anlara kimisi de üzüntülü anlarına denk gelen anılardır bunlar. Heyecan veren anılarını hatırladığında mutlu olur ve aynı zamanda yeniden yaşama şansı yoksa hüzünlenir ki ne geçmişe dönüş mümkündür ne de bir şeyin aynısını yaşamak…Yanı-sıra aldanmalar, hatalar, yaptığı tercihler ve bunların onun hayatında yarattığı değişiklikleri, sapmaları, yenilikleri de anımsar. Kötü olarak iz bırakmış, ruhunda derin yaralar açmış anıları asla unutamaz; lakin, buna neden olan olguya dair kaynağı hayatından çıkarmakla üzüntüsünü sağaltmaya çalışır. Bazı yaşanmışlıklar tümden unutulur, sanki hiç yaşanılmamış gibidir; bunların çoğu rutin/sıradan yaşanmışlıklar olduğundan hayatında fazla önem arzetmemiş olanlardır. Kişiyi derinden etkileyen olayları -özel bir hastalığı yoksa- tümden unutamaz; ancak zamana yayarak, zaman zaman unutarak hayatını devam ettirebilir. Bu şekildeki unutmalar olmasaydı hayat belki de yaşanılmaz kadar ağı olurdu.
./..
Konuşma denilince akla ilk gelen karşılıklı ve sesli konuşmadır. Oysa konuşma kişinin kendiyle yaptığı sessiz konuşma biçiminde de olabilir, yazılmış bir eserde yıllar öncesindeki bir yazarın yazdığı düşüncelerle de olabilir. İnsanın kendi ile yaptığı konuşmayı çoğunlukla sessiz yapar ve o anlarda kendi ile baş-başa kalmak istemektedir; başka birinin araya girmesini, düşüncelerini dağıtmasını istemez. Üstelik bu durum onun yalnızlığıdır; bir çoğunu asla paylaşıma açmaz; onun yalnızlığı aynı zamanda hafifliğidir, buna yalnızlığın hafifliği demek mümkündür.
./..
Sosyal bir canlı olarak insan varlık kazandığı, kişiliğini oluşturduğu toplumsal dokuyu hazır bulur ve göbek-bağı kesilir kesilmez giydirilir, büyüyüp kişiliğini gerçekleştirme aşamasında ise giydirilen donları parçalayarak toplumsal göbek-bağını kendi elleriyle keser. Her hal ve şartta sosyal tüm yapıların birçok etkiye bağlı olarak oluşturdukları kurallar, gelenekler, örf, ahlak, hukuk gibi düzen denilen her bireyin uymasını istedikleri yapıları vardır. Bunlardan biri çiğnendiğinde ya da bozulduğunda bir yaptırım uygulanır; toplum düzen istencini taşımaktadır.
Münferit olaylar mevcut düzeni sarsmadığı için toplumsal tepkiler en-az düzeyde gerçekleşir ve düzen sağlanmış olur. Ancak öyle zamanlar olur ki kuralların birçoğu yok sayılarak yeni ve farklı edimler kitlesel bir eyleme dönüşür ki işte o zaman artık münferit bir ihlalden ziyade düzeni kaotik hale sokan kitlesel bir ihlalden söz etmek mümkündür. Evren, uçsuz bucaksız, sınırı olmayan, sınırsız yapı özünde kaotiktir; ona/evrene-kâinata mükemmeliyet bahşeden insanın kendisidir; oysa onun kaotik olduğunu bildiği halde kendi iç-düzenini korumak adına mükemmel olduğu fikrine sıcak bakar.
Kâinatın kaotik olması aslında onun varlık biçimi olup kendine zarar vermez, bilakis onu sürekli güncelleyerek varlığını sürdürmesini sağlar. Her toplumsal kaotik oluşum da bunun gibi topluluğu güncelleyen, gençlik aşısı sayılmalıdır. Buna rağmen toplumun kendisi tutucu olduğu için düzeni yeniden inşa etmek ister; bu aşamadan sonra kurulacak düzen artık eski düzen olmayacaktır
./..
Elias Canetti “Kitle ve İktidar” adlı eserinde avcı-toplayıcı toplumlarda dallara tutunan insanın dalı sıkı sıkıya tutunması ile ellerini serbest bırakmasının ona tutucu ve paylaşımcı olma edimlerini kazandırdığını açıklamaktadır. Daldan düşmeme iradesi onu daha çok tutunmaya zorlamış olmalı ki egosu daha çok gelişme eğilimi göstermiştir.
Yine aynı eserde ilk yasanın “paylaşım yasası” olduğunu belirleyen filozof bu yasanın tüm toplulukların/toplumların varlığını sürdürebilmelerinin kaçınılmazı olduğunu belirtmiştir. Özünde paylaşımcı olan insan zamanla tutucu, paylaşmaktan uzak egoist bir canlıya dönüşmüştür. Bu yapıyı sürdürebilmek için hükmedip, iktidar sahibi olması gerekiyordu ve öyle de yapmıştır. Sahip olma, sahip olduğunu koruma ve çoğaltma ve bunun devamını sağlamak için güç kullanarak hükmetme istenci nihayetinde tarihin kanlı sayfaları olarak kaydedilmişlerdir. Bu durum aynı zamanda bir “yabancılaşma” ve bir yozlaşma olarak kabul edilebilir mi?
./..
Gerçek ya da hakikat çok tartışılan konulardır. Görünen her zaman göründüğü gibi midir ya da gösteren ile görenin gösterimi ile görünümü her zaman örtüşür mü? Hakikati arama istenci “bilge sevgisi”ni doğurmuştur; adına felsefe deniyor. Mağara adamının gölgeleri gerçek sanması onun gerçeği olsa da gölgelerin gerçeği değildir. Demek ki hakikat ya da gerçek denilen şey özneden muaf, onun yöneliminden bağsızdır.
Geçmişe bakıldığında kitlesel imhaların, soy-kırımların yaşandığı, yaşatıldığı görülmektedir. Soy-kırımına maruz kalmış toplumların iki yanı varıdır; gerçek yan ile paradigmal/açıkça dile getirilebilen/resmi olan yan…Biri gerçek öteki öykücüdür, biri yaşanmış diğeri yalandır. Gerçeği, hakikati biçimlendirmek, onu sandıklarda saklayarak gün-yüzüne çıkacağı zamanı beklemek kadim halkları yok olmaktan korumuş ve günümüze kadar varlıklarını sürdürebilme olanağını yaratmıştır. Gerçi hiçbir şey tarihin tozlu mahzeninde sonsuza dek saklı kalma şansına sahip değildir zaten…
./..
İnsanın yaşadığı bir iç-dünyası bir de gerçeklerle yüz-yüze olduğu dış-dünyası vardır. İç-dünyasındaki kurgular, sınır tanımayan olasılıklar, ütopik arayışlar gerçek dünya ile çoğu kez örtüşmez, bir yönü ile hayal kırıklığı yaratırlar. İnsan bunun farkındadır, ne ki böyle olsa da ihtimaller üzerinden gerçek dünyayı iç-dünyasında kendine yontmak ister; belki de bir avuntudur yaşadığı düşler…Gerçeğin sert, parçalayıcı yüzündense avunmak insana iyi gelir. Basit, sıradan, zararsız yalanları bu nedenle icat etmiş olabilir mi?
İnsanın istenci dışındaki gerçeklik bir oluşumdan ya da bir diğer kişiden yansıtılıyorsa ve bu yansıtılan şey istenen bir durum değilse iç-dünyada yaratılan düşlerin dış-dünyada karşılık bulması olanaksız olur. İç-dünyada tartışılan milyonlarca olasılığın biri dahi realite ile örtüşemez. İnsan istencini bastırmak durumunda kalacaktır; başka seçenek bırakılmamıştır ona…
./..
El-beyin-dil diyalektiği ile diğer canlılardan daha fazla ve karmaşık bir süreci gerçekleştiren insan türü düşünce denilen bu yapısı ile dış dünyadan aldığı uyarıları algılama, analitik çözümleme, yapılandırma ve yaratma şekillerinde söz ve eylemi ile hem doğada hem de sosyal dokuda bir yer açar; bu açtığı yer onu tanımlayan/öznel kılan müstesna bir yerdir. Düşünce ve eylem aynı anda varlık kazanır; bir diğerinin bir diğerine önceliği olamayacağı gibi her iki süreç de bir diğerini etkiler, şekillendirir; simbiyotik bir ilişki içerisindedirler. Doğal ve sosyal-ekonomik-politik süreçlerin yanı sıra ikili ve çoklu ilişkilerin doğru algılanması, düşünce fabrikasında net bir şekilde analiz edilmesi ve hem dilde hem de eylemde doğru yer ve zamanda yansıtılabilmesi önemli bir durumdur; düşüncenin bu süreçleri gerçekleştirebilmesi için olgunlaşması gerekir. Bunun için de algılanan şeyi deneme yanılma yöntemi ile süzgeçten geçirmek, benzer ve farklı olanları ayrıştırmak, vardığı sonuçların yarattığı etkileri bir diğeri ile kıyaslamak, hayatı mümkün olduğunca korkusuz yaşaması gerekir. Yer ve zamanda hiçbir süreç bire-bir aynı şekilde gerçekleşemeyeceğine göre düşünceler de yer ve zamanda değişip dönüşebilirler
../..
Aynanın dili var mıdır? Konuşabilir mi? Tanıklık ettiği olayları bir diğerine ya da bir sonraki kuşaklara aktarabilir mi? Fizik olarak bunlar mümkün değil. Bir ayna özel bir tasarım ürünüyse, boydan boya kırılmışsa, bir enkazın altından çıktığında çatlağına bir damla göz yaşı düştüğünde o ayna konuşur; tarihe adeta tanıklık eder, düş dünyasını geçmişe bir yolculuğa çıkartabilir.
Aralık 2023/…Akarca
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.