“Barış için Savaş” diye bir pankart süzülüp geliyor eskilerden, aklımın ücra köşelerinden. Barış ile Savaş, bir tezat. Bu tezattan bir başlık çıkartmak da ayrı bir maharet! Barış’ın barışçıl bir dile sahip olması gerektiğinden yola çıkıp, “barış” ile “savaş” ya da “mücadele”nin aynı cümlede kullanılmayacağını söyleyenler var. Tamam barış için savaş bir tezat: Mükemmel bir dünyada birlikte kullanılmaması gereken kelimeler. Ama “barış”ın engellendiği bir dünyada yaşıyorsak, hani giderek barış umutlarının söndüğü bir dünyaya zorlanıyorsak, barış umutlarını yükseltmek için bir çabaya, bir mücadeleye ihtiyacımız yok mu?
Ukrayna’sı, Rusya’sı, Filistin’i, İsrail’i, Hindistan’ı, Pakistan’ı, Afganistan’ı, Suriye’si, Irak’ı, Kürdistan’ı, Yemen dahil tüm Ortadoğu’su, Uzakdoğu’su, Güney Amerika’sı, Afrika’sı ile çatışmalar, çok daha fazla yayılıyor ve şiddetleniyor. Artık eskinin dünya savaşlarından daha fazla insanın öldüğü bölgesel çatışmalar yaşıyoruz. Sadece Filistin’de bu yıl, yarısından fazlası çocuk, yüz binden fazla insan öldürüldü. Afganistan’da da sadece geçen yıl ülke içinde çıkan çatışmalarda binlerce insan öldü, ölenlerin üçte ikisinin çocuklar olduğu söyleniyor. Savaş ve çatışma bölgelerinde ölümler giderek daha çoğalırken, barış çabalarımız sanki daha da azalıyor… Sadece ölümler de değil ki, savaşların sonuçları: Artan yoksunluk ve yoksulluk, artan işsizlik, adaletsizlik… Ya yerlerinden edilenler, sağlıklı yaşam hakkından yoksun kalanlar… Azalan umutlarımız, kanayan vicdanlarımız…
Barış Endeksi
Barış için çabaların azaldığını gösteren bir endeks var, dünyada barış yönelimlerini ölçüyor. Küresel Barış Endeksinde, sadece Türkiye için değil, tüm Dünya’da barışın maalesef artık daha az konuşulduğu söyleniyor: (bkz: Doğruluk Payı) Yani barışa dair umutların giderek sönmesi sadece bir hissiyat değil… Buz gibi gerçek. Soğuk, yaralayıcı, acıtıcı. Kanatıcı… Ne dersiniz kitlesel ölümlerin, cinayetlerin kanıksandığı bir dünyada, barış için savaşmaya değmez mi? Peki vazgeçelim savaşmaktan ama barış için “mücadele” etmek gerekmez mi?
Türkiye’de Barış Hareketleri
Barışa ses verenlerin azaldığı bir dünyada yaşıyoruz. “Nerede o barışseverler” diye soruyor, İlke TV’deki yazısında Kıvanç Eliaçık, (bkz: İlke TV) Türkiye’deki barış için mücadele edenleri anlatıyor: Nazımları, Russel Mahkemesi’nde ABD’yi yargılayan Mehmet Ali Aybarları, Kore Savaşı’na karşı çıkan Behice Boran, Adnan Cemgil, Ruhi Su gibi barışseverleri… Barış Dikerdemi, Beria Öngeri, Semra Özdamarı, Oya Baydarı, Orhan Taylanı, Sadun Areni, Reha İsvanı, Ataol Behramoğlu gibi 12 Eylül mahkemelerinde yargılanan yüzlercesini… 1990’larda Kürdistan’daki çatışmaların durdurulması için çaba sarfeden İHD’si, Afganistan’da ve Irak’ta savaşa dur diyen barış girişimcileri… Barış Anneleri’ni de unutmamak lazım… NATO’ya ve Savaşa Hayır Platformu’nu, Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nu, Barışarock Festivalin’i, Irak Dünya Mahkemesi’ni, Yaşar Kemal’i, Barış Vakfı’nı…
Osmanlı’da hiç mi barışsever yoktu?
Kıvanç Eliaçık’ın Türkiye’de barış mücadelesini verenleri anlattığı listeyi incelerken farkına vardım. Bu topraklarda İkinci Dünya Savaşı’ndan önce hiç mi barış isteyen birileri yokmuş? O günler yoksa, bugünleri bile aratıyor muymuş? Yok değil! Bu topraklarda Birinci Paylaşım Savaşı’nın yaşandığı zamanlarda da barış için mücadeleye baş koymuş nesiller yaşamış…
Mesela Sulh ve Selameti Osmaniye Fırkası ve/veya Cemiyeti… İlk Paylaşım Savaşı’nın Osmanlı’nın savaşa girmesi için çaba sarf eden İttihat ve Terakki karşıtı bir barışseverler girişimiymiş… O dönem, barış mütarekesi için oldukça yoğun girişimler yapmış ve başarılı da olduğu söylenen bir cemiyet sözünü ettiğimiz bu cemiyet… Cumhuriyet Dönemi resmi tarihçileri, peşinden gelen hemen tüm barış destekçilerini zararlı ilan ettikleri gibi, elbette barış isteyen bu cemiyeti de, zararlı cemiyetler arasına katmış (bkz: DergiPark).
Sovyetler Birliği’nin kurulması ve barış istemesi, sosyalistleri-komünistleri harekete geçirmiş… Birinci Dünya Savaşı’nın sonu biraz da sosyalist/komünistlerin öncülüğünde savaşın vahşetini telin eden bir barış hareketleri sayesinde olmuş. Tüm dünyada bu barış girişimleri yükselmiş. Avrupa ve Asya’da kadınlar, gençler, yaşlılar, işçiler, köylüler, hatta askerler barış için ayaklanmış…
Osmanlı’da da karşılık bulmuş, savaş karşıtlığı. Sulh ve Selameti Osmaniye Cemiyeti barış isteyenler tarafından kurulmuş. Hareketin önderi olarak, Prens Sabahattin gösteriliyor. Evet Prens Sabahattin’in bu hareket içindeki etkisi büyük (ama öte yandan sadece Prens Sabahattin taraftarlarıyla sınırlı olmadığını da söylemek lazım). Cemiyet içinde, Sabahattin’in etkisi büyük: Bu cemiyetin, bir parti-fıkra olarak kurulma girişimleri de olmuş. Ama Sabahattin’in barış için bir partiden daha büyük bir harekete olması gerektiğine dair inancıyla olsa gerek bir parti gibi çalışmaktan ziyade daha çok meclisli bir yapı teşvik edilmiş…
Bilindiği gibi Prens Sabahattin’in temel fikri: Güçlü merkezi yapının (padişahın ve devletin) otoritesinin yerellere aktarılması… Prens Sabahattin, hem saltanata, Abdülhamit’in istibdatına karşı ve hem de saltanatın otoritesini ele geçirerek yine otoriter-militer bir devlet modelini sürdürmeyi kurgulayan İttihat ve Terakki karşıtı biri. Aslında yaşadığımız topraklarda, yerel demokrasi fikrini dillendiren ilk siyasi figürlerden biri… Muhtemelen Fransız Devrimi’nin şuralarından ya da Ekim Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nden etkilenerek, devletin otoriter-merkezi yapısının dağıtılmasını ve geniş bir ademi merkeziyetçiliği savunuyor (bkz: Daktilo1984). Daha o tarihlerden başlamış merkezi otoriter yapılar karşısında, meclisli, yerel daha demokratik yapılarla siyaset yapma isteği… Yani hiç de yeni bir şey değil, yeni keşfettiğimizi sandığımız yerellerin güçlendirilmesi, merkezi-bürokratik yapıların alaşağı edilmesi fikri… Merkezi bürokratik yapılar olması hasebiyle eleştirdiğimiz partili yapıların yerine meclisli yapılarla siyaset yapma fikri, o tarihlere kadar uzanıyor…
Gerçekten barış yanlısı ve şiddete karşı olmasına rağmen o sıralarda iktidardaki İttihat ve Terakkicilerin kumpası ile Mahmut Şevket’e suikast yaptığı iddiası, onu tekrar yurtdışına kaçmak zorunda bırakıyor. Uzun süre yurt dışında kalıyor… Bu Sulh Cemiyeti’ne de üye pek çok insan, tıpkı 1950’lerin ikinci yarısında Boran’ın Barışseverler Cemiyeti’ne ya da 1980 darbesinde Barış Derneği’ne ya da 1990’larda Barış Anneleri’ne yapıldığı gibi devlet eliyle tahkikatlar başlatılıyor, barış isteyenler her zaman cezalandırılıyor…
1 Eylül’de yine barış için meydanlardaydık
Evet, barış bu ülkede her zaman cezalandırılıyor. Ama yılmak yok, barış bu… Barış için direnmek, cezalandırılmayı göze almak, ses çıkartmak, ayak diremek… İlla da mücadele etmek gerek… Yüzyıl önce de öyleydi, şimdi de böyle…
Bu 1 Eylül Dünya Barış Günü, Datça’da Datça Demokrasi Platformu’nun çağrısıyla barış için mücadeleden kaçınmayan Datçalıların bir kez daha ortaklaşması ile şenlikli bir biçimde kutlandı. Barış içinde demokratik bir toplumsal yapı özlemi içindeki tüm siyasi partiler, sendikalar, platformlar vb. demokratik kitle örgütlerinin ve bireylerin kurduğu meclisli bir yapıya sahip: Datça Demokrasi Platformu. Bu meclisli platform, Datça için büyük bir şans. 1 Eylül Pazar günü Cumhuriyet Meydanı’nda Datçalı yurttaşlar, ortak karar alarak, işte bu platformun çağrısıyla imece usulü barış için toplandı.
Şenlik programı uzundu, ama ilgi de yoğundu. Programda barış için yüzüldü, pedallandı… Semahlar dönüldü… Şarkılar-türküler söylendi… Horonlar tepildi, halaylara duruldu… Barış dilekleri için zeytin dalları denize bırakıldı… Barış için insan zinciri oluşturmak üzere şarkılarla-sloganlarla Barış Parkı’na kadar yüründü. İnsanlar el ele inatla, azimle barış zinciri oluşturdu. Tüm Dünyada savaşların son bulması için beyaz kurdeleler, Barış Anıtı’na bağlandı…
Barış için kitlesel bir ses de, nihayet İsrail’deki geniş halk yığınlarından geldi. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan ülkelerin halklarının ayağa kalktığı gibi, İsrail’de de yüz binlerce insan sokaklara çıktı. Filistin’deki savaşın durdurulması için, barış için mücadele eden sendikaların genel grev çağrısı, nihayet karşılık buldu.
Yılmak yok. Barış için, yaşamak için mücadeleye devam etmekten başka çaremiz de yok!
Mezuniyet (ODTÜ-İşletme) sonrası bir süre büyük şirketlerde profesyonel olarak çalıştım. Profesyonel yaşamdan çabuk bıktım ve alışıldık iş yaşamından kopup, daha önce pek denenmemiş, niş alanlarda yazılı ve görsel/işitsel yayıncılık faaliyetlerine kalkıştım.
Basılı ya da dijital ortamlarda dergiler, gazeteler, çeviri ve derleme kitaplar ile interaktif eğitime dönük kurgu videolar hazırladım, sundum. Kitap yayıncılığının yanı sıra, meslek odaları ve örgütlerde yayıncılık-iletişim ve örgütlenme alanlarında hizmet vererek yaşamını idame ettirdim. Datça’ya yerleştim. Bir süredir doğrudan ya da katılımcı demokrasinin işletildiği, hiyerarşisiz/şiddetsiz yerel meclisli yapılarla hak ve yaşam alanlarının savunuculuğunda arayışlar içindeyim.