Ev ödevi olarak bilinen eğitim/öğretimin bir parçası haline gelmiş uygulamanın sorumluluk bilincine etkileri, çocukların kişisel ve psikolojik gelişmelerine ne denli katkı sağladığı, aynı öğrenimdeki çocuklar arasında fırsat eşitliğini ne şekilde etkilediği, dünya genelinde ve özelde ülke içindeki uygulama biçimleri ve sürelerinin gelecek nesillerin yetiştirilmesi açısından irdelenmeye ve tartışmaya değer.
Sorumluluk öz itibariyle kişinin davranışlarının tüm sonuçlarını öngörüp, kabullenmesidir. Ülkesel olarak tam anlamda sorumluluk 18 yaşın tamamlanması ile mümkün olduğuna göre 18 yaşından küçüklere dair ev ödevi ile sorumluluk arasında doğrudan bir ilişki kurmamak gerekir; ancak, sorumluluk bilincinin gelişmesi öğretisel bir süreç olmasından dolayı ev ödevi ile sorumluluk bilinci arasında dolaylı bir bağlantı kurmak mümkün hale gelecektir. Sorumluluğu daha geniş anlamda değerlendirdiğimizde ise bireyin kendine ve çevresindekilere karşı yapması gereken ile yapmaması gerekenler konusunda söz ve edimlerde bulunurken kendini ve çevresindekileri önemsemesi, düşünerek hareket etmesi olarak değerlendirmek mümkündür. Böyle olunca çocuklardan sorumlu davranışlarda bulunmalarını istemek mümkün olacak ve fakat onlardan her hal ve şartta sonuçlarına katlanmaları istenemeyecektir; zira henüz öğrenme aşamasında oldukları, tam sorumlu olmadıkları normatif olarak da kabul edilmiş durumdadır.
Sosyal hayatın her alanında sorumlu davranmak bir ağ gibi örülüdür, bu nedenle onu ev ödevine sıkıştırmak mümkün değildir; sorumluluk bilincinin gelişimi hayatın her alanındaki öğretiler, etkileşimler ile mümkündür. Ev ödevlerinin çocukların sorumluluk bilinçlerinin gelişmesini sağlamakla bir ilgisi bu nedenle bulunmamaktadır. Öyle olsaydı Finlandiya gibi ev ödevinin neredeyse hiç verilmediği ülkelerdeki yetişkinlerin sorumsuz, vurdumduymaz olmaları gerekirdi ki öyle olmadıkları apaçık…
Maddi olanakların artması, teknolojideki gelişmeler ile artık örgün eğitim/öğrenim tüm güne yaygınlaştırılmış durumdadır. Sabahtan akşama kadar çocuklar yol süresiyle birlikte günün en az dokuz saatini okulda geçirmektedirler. Gün boyu derslerle haşır-neşir olan çocuklar yeni nesil sayılan soru ve çözüm yöntemleriyle zihinsel olarak yeterince yorulmuş olarak evlerine dönmektedirler. Beyin yorgunluğunu atıp, bir sonraki güne hazırlanabilmeleri için kendilerini farklı bedensel, sosyal ve zihinsel alanlarda üretebilmeleri için bir zaman kesitine ihtiyaç duymaktadırlar; üstelik her mekanın kendine has özellikleri dikkate alındığında evin okul, okulun da ev olarak görülemeyeceği açıkken, bu yorgunluk üzerine bir de ödev başlığı altında derslerin eve taşınması karşısında ruhsal olarak bir çöküntü yaşamaktadırlar. Ödevini hiç ya da noksan yapması durumunda sorumsuzlukla suçlanacağını -ev ödevinin sorumluluk bilincini geliştirmesi için verildiği argümanına karşılık olarak- arkadaşları ve öğretmenlerine karşı mahcubiyet duyacağını, değerlendirme notunun düşürüleceği baskısını düşünerek istemeye istemeye ödevlerini yapmaya çabalayacak ve fakat bu sırada zihinsel dinlenme hakkını asla kullanamayacaktır. Zira ödevler bitmediği sürece zihinsel olarak bir yanının sürekli bu engelleme ile meşgul olması sonucunda bir sonraki güne yeterince hazır olamayacaktır. Bu kısır döngü bir süre sonra çocukta özgüven eksikliğine, giderek sorumluluk duygusunun törpülenmesine -eşik değer aşıldığında vurdumduymaz olmasına- neden olacaktır. Böylece sorumluluk bilinci verilmek istenirken tam tersi bir manzarayla karşılaşılmış olacaktır. Evrensel kabule göre emeğin çalışma süresinin haftada kırk saat ile sınırlandırılması karşısında ev ödevi şeklindeki uygulama ile okulun eve taşınması sonucunda çocukların çalışma sürelerinin 55-60 saate varmasının rasyonel bir izahı bulunmamaktadır.
OECD araştırma raporlarında üye ülkelerdeki ev ödevlerinde geçirilecek sürelerin azaltıldığı en düşük ve neredeyse sembolik ev ödevi uygulamasının ise Finlandiya’da olduğu bildirilmektedir. Haftada yaklaşık 3 saat ile sınırlı olduğu açıklanmıştır.
Ülke nüfusundaki artış, istihdam politikasızlığı, yatırımlardan çok dışa bağımlı ekonomik-tüketim modeli ve işsizlik oranlarındaki yükseliş, hem örgün eğitim/öğrenimin yükünü arttırırken hem de LGS, ÖYS sınav sistemlerini sürekli etkilemekte, bir iki sorunun doğru ya da yanlışlığı binlerce öğrencinin ileri ya da gerisine taşınmaya neden olmaktadır. Bu durum, çocukları için gelecek kaygısı taşıyan ailelerin endişelerine ve giderek çocuklarının bu yarışlarda başarı şansını arttırabilmek için sürekli derslere yönlendirmelerine neden olmaktadır. Öğretmen-öğrenci-veli üçgeninde öğrenciler bu baskılanmanın tabanında yer almaktadırlar. Doğal olarak henüz öğrenim çağında olan çocuklar kendilerini amansız bir yarış ortamında bulmaktadırlar. Sayılı branşlar dışındaki üniversite mezunu işsizler ordusu göz önüne alındığında yarışın çok az galibi olduğu görülecektir. Lakin, bu süreçte törpülenen kimlikler, öz güven noksanlığı, hiçbir alanda beceri kazanamama, kendini gerçekleştirememe gibi devasa sorunlar yığılmayı sürdürecektir. Yeni nesil sorular ile çocuklar LGS ve ÖYS’ye hazırlanırken ülke özelinde eve taşınan ödevlere ayrılan süre günlük en az 2 saati bulmakta ve toplamda ise 14 saat ile dünyada birinci olan Çin neredeyse yakalanmaktadır.
Ev ödevi çocuğa bir kazanım sağlıyor ise, o zaman evinde ödev yapma olanakları fazla olan çocuklar ile bu olanaklardan yoksun çocuklar arasında eşitsiz bir gelişmeye neden olduğu açıkça görülebilir. Bir de çocuk sayısının çok olduğu aileler açısından durum daha vahim bir tablo alabilmektedir. Bu açıdan şehir-kır, merkez-varoş çocuklarının fırsat eşitliği öncekiler lehine sonrakiler aleyhine bozulmaktadır. Sonuçta hepsinin eritildiği pota: LGS, ÖYS olduğuna göre…
Bu düzlemde müfredat kitaplarının yanında soru kitapları, soru bankaları vs. tonlarca basılmakta, önerilmekte ve hepsi tamamlanmasa da bu kitaplar bir şekilde alınmaktadır. Bunları alamayan fırsat eşitsiz çocukların durumu yanında birçoğu tamamlanamadan çöpe atılarak israfa neden olmaktadır. Bilgi yığını mı ölçülecek, beceri mi, yoksa eleştiren, tartışan, haklarının bilincinde ve bunun için direnen, felsefeden bilime, kültürden sanata kadar donanımlı öz güveni yüksek nesiller mi yetiştirilecek? Bu sorulara verilecek yanıtlar toplumun geleceğini nasıl şekillendirmek istediği ile yakından ilgilidir.
Öğrencilerin evde nasıl zaman geçirmeleri dahi programlanarak adeta robotlara dönüştürülmek istenmektedir. Başka hiçbir olay ve olguyla ilgilenmeyen, apolitik, bilgi kirliliğinde biat eden insan tiplemelerinin çoğalması başka nasıl izah edilebilir ki!?
Bundan yaklaşık elli yıl önce atların koşulduğu arabalarda yük taşınır ve ekonomik durumu iyi olanlar ise faytonlar ile seyahat ederlerdi; hobitler yoktular ve fakat hobit gibi muamele gören insanlar ile devasa cüsseli insanlar bir arada yaşarlardı. Etobur insanların eğitim/öğretimde bile ‘Eti senin kemiği benim’ düşüncesi ile davranmalarının psikolojik bir altyapısı vardı; sakattı ve sakat olanı doğurdu!
Dinozorların yok olmalarının üzerinden milyonlar yıl geçmiş olmasına rağmen fosillerinin ortaya çıkarılması ile çağlar bir diğerine karışmış, kapitalizmin tüm güçleriyle nüfuz etmediği lokal topluluklar kendi çapında bilgiyi bir diğer kuşağa aktarma çabasındaydı; paradigma insanın/modernitenin sözde özgür kıldığı bireyin köleleştirilmesinden yanaydı…
Geleceği örgütlemek ya da toplum mühendisliği her zaman çocuklar üzerinden kendini var etmiş, adeta çocuklar deneyin objeleri sayılmışlardır; oysa ki hem gelecek hem de çocukların her daim önemsendikleri, korunup kollandıkları dile getirilmiş olmakla birlikte bu aldatmaca sürmüş ve ne üzüntü verici ki kendine inanan yığınların desteğini kazanabilmiştir.
Affedersiniz, tuvalete girip yemek yiyen var mıdır? Ya da, lokantaya girip masada dans eden. Yok, yok, yok… Neden mi yok? Her mekanın kendine özel bir dokusu vardır ve o doku uyum ister; evde özel olan ile baş başasındır; istersen çırıl-çıplak kalabilirsin; okulda farklısın, sokakta farklı…
Elli yıl önce olanaklar yetmediğinden öğrenciler taşınır dururlardı; sırtlarında bir çanta evden okula, okuldan eve eğitim/öğretim araç gereçlerini taşıyıp dururlardı. Oysa araç gereçler her ne iş yapılıyor ise o işin yapıldığı yerde olmalı ve taşınmamalıydı; zaman ve teknoloji ve olanaklar bunu gösteriyor… Buna rağmen hala taşınıyor ve ev okula dönüşüyorsa; ve buna sözde sorumluluk bilinci deniyorsa zamanın geçtiği ancak zihniyetin değişmediği bir kertedeyiz demektir. Bu taşımalı öğrenimi çok zaman önce bırakan toplumlar çok mu sorumsuz sayılmalı? Ki buna rağmen daha önde olmaları nasıl izah edilebilir?
Bilgi yuvası öğrenim okulda öğretilemeyecekse;
Evi ev olarak yaşamak tüm çocukların evrensel hakkı teslim edilmeli ve ödev denen bu saçma zihniyete son verilmelidir!
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.
*Bu yazı ilk olarak insanokur.com‘da yayınlanmıştır.