Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık.
Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz.
Yurt budur. Mutluluk budur.
Hermann Hesse / Ağaçlar
Ağaçların üzerinden yaprak misali süzülerek, kızılçamların kokusundan sarhoş olmuş bir sıvacı kuşu gibi yükselip; bir an, zamanı ve mekânı unutup bulutlara yakın bir yerden hep birlikte bakalım mı yeryüzüne? Etrafı kızılçamlarla çevrili bir alanda onlarca insan, kimisi ellerini göğe kaldırmış, bazıları şarkı söylüyor, yere çökmüş bazıları, bir şeyler anlatmaya çalışıyor bir diğeri, kimisi haykırıyor ama hepsi ağlıyor. Yeryüzünde bir alan, bir yer… Giysileri, yaşları, duruşları birbirinden farklı onlarca insan o kadar çok ağlıyor ki, sıvacı kuşları, cırcır böcekleri, sincaplar, ağaçların kökleri ve yapraklar titriyor.
Aynı zamanda ve aynı toprağın üstünde…
Kalkanları, kaskları, silahları, TOMA’ları, biber gazları, copları, postallarıyla yere sağlamca basan başka bir grup insan; kiminin göğsü inip kalkıyor, bazısı yere bakıyor, kimisi sert bakışlı, kimisi şaşkın ama hepsi de ağlayanların etrafını çevirmiş ve ormanda yapılan ağaç katliamının rahat yapılabilmesi için koruma görevi görüyor.
Aynı zamanda ve aynı mekânda…
Canlılığın, çeşitliliğin, renkliliğin, huzurun, içinde bir saat yürüdüğünüzde insanı sevgiyle dolduran yeşilin, cıvıltının, varoluşun kaynağı orman. Yana doğru yatıyor ve ‘şişşşşt’ diye bir ses çıkartarak sağa düşüyor bir ağaç, düşme sesi kalpleri titretiyor… Bir ağaç sola… Bir ağaç sağa, bir ağaç daha… Ve Akbelen Ormanı’nda yıkılan bir ağacın altından kurtulan tavşan kırık ayağını sürükleyerek, eskiden “ülkenin efendisi” olan bir köylünün bahçesine sığınıyor. Oradan nereye gidecek? Gidilecek bir yer kaldı mı Akbelen Ormanı’nda?
Müzik grubu Siya Siyabend sesleniyor gitarıyla:
“Hey komutan! Bu ağaçlar vatana dâhil!
Hey heyyyyy komutan, bu ağaçlar vatana dâhil…”
Hangi vatan? Eğer ekosistemin bir bütün olduğunu ve varoluş zincirindeki yerimizin küçük bir nokta olduğunu biliyorsak, yurdun; taşı, toprağı, denizi, kuşları ve böcekleriyle bütün yeryüzü olduğunu biliriz. Toprakları talan edenler yeryüzünün evrenselliğini hiçe saymak bir yana, ilaveten vatan dedikleri yerleri paçavraya çeviriyorlar. İnsan zihnindeki bu derin ikiyüzlülük hakikat gibi kabullenildiğinde sermaye bir anda vatanın kendisi olabiliyor.
Bu emirleri kimler veriyor, hangi dünyanın efendileri, yeryüzünün sahipleri mi? Ve neden birileri bu emirleri uyguluyor? Her zaman seçme şansı vardır, eğer seçme şansı olmadığını iddia ediyorsak, yaptığımız eylemlerin sorumluluğunu da almayız. Ama yine de bu bizi aklamaz, çünkü insan kendisiyle yaşar ve yaptığı her eylemin sonucunu kendi vicdanında taşımaktan kurtulamaz. Peki, doğru olmadığı bilindiği halde neden yıkıcı eylemlerden vazgeçemez insan? Yazının sonuna doğru tartışalım ne dersiniz?
Dünya insanın yurdudur. Hiç tanımadığımız yerler, bilmediğimiz insanlar, farkına varamadığımız biyoçeşitlilikler ve bunların yaşama hakkına saygı duyma hali ortak bir yurttaşlığa işaret eder, tıpkı Akbelen Ormanı’nı ve İkizköylüleri hiç görmemiş insanların dünyanın dört bir yanından “Ekokırımı durdurun” çağrısı yaptıkları gibi.
Ursula K.Le. Guin’e kulak verirsek:
[1]“Yurt hayal edildikçe var olur. Gerçektir, başka her yerden daha gerçektir ama senin insanların, senin halkın sana onu nasıl hayal etmen gerektiğini göstermedikçe ulaşamazsın ona -artık her kimse bu- “senin halkın”. Akrabaların olmayabilirler. Senin dilini hiç konuşmamış olabilirler. Binlerce yıldır ölü olabilirler. Kâğıt üzerinde basılmış kelimelerden, seslerin hayaletlerinden, zihnin gölgelerinden başka bir şey olmayabilirler. Ama sana kılavuzluk edip evine, yurduna ulaştırabilirler. Onlar senin insan topluluğundur.”
Hangi çağda ve sistemde yaşarsa yaşasın, evrenin bütünlüğünü kavramak için çaba gösteren, ekosistemin içinde kendi varlığının sevgi ve saygı çerçevesinde ne içerdiğini anlamayı ömrünün amacı yapan bir topluluktur bu, Aldo Leopold’den alıntılarsak:
[2]“Toprak Etiği; topluluğun sınırlarını, karaları, suları, bitki ve hayvanları yani tüm toprağı kucaklayacak şekilde genişletir[…] Kısacası toprak etiği, Homo Sapiens’in rolünü toprak topluluğunun fatihliğinden, onun sade bir üyesi ve vatandaşına çevirir. Bu hem topluluk üyelerine hem de topluluğun kendisine saygı duymak anlamına gelir.” Ekosistemin varlığına ve bütünlüğüne saygı duymayan insan temelde kendi varlığına ve bütünlüğüne saygı duymuyor anlamına gelir. Yaşadığı evreni hiçe sayan, kendi varlığını da hiçe sayar ve yaratma gücünü, iradesini, hayallerini, nihayetinde bütünüyle potansiyellerini bastırır, aslında en büyük kötülük kişinin kendi varlığını bastırıp yok saymasıdır. Ekosistemin bir küçük örneği olan bedeni ve yaşamını öldürürken kendi nefesini de keser. O zaman, akılla değil hırsla, yaşamla değil ölümle yer değiştiren değerleri göremeyecek kadar körleşir. [3]Prof. Dr. Doğan Kantarcı hocanın Akbelen raporundan alıntılarsak: “Yaprağın solunum gözeneğine giren NOx gazları ise HNO₃’e dönüştürülür. Azot oksitler ve nitrik asit bitki yapraklarını yakar, insan ve hayvanların solunum sistemlerinde kanserojen etkiler yapar.”
Adına para denilen ve yenilip içilmeyen kâğıt parçası için dünyayı yakıp yıkanlar, tavşanları, kuşları, böcekleri, zeytinleri, sincapları, köylüleri, hayatı hiçe sayanlar: [4]Ne kadarı yeterlidir? Bir doyma noktanız var mı? Evrenin bütünlüğünü, varoluş zincirini anlayamamak da bir çeşit kanser değil midir?
Hey insanlar, içinde olduğumuz ama sahip olmadığımız, olamayacağımız, yaşayabildiğimiz ama ele geçirdiğimizi sandığımızda yok olacağımız ekosistemin farkına varmak için hangi eksiğimizi tamamlamalıyız? Birçoğumuzun günleri üzüntü içinde geçiyor, Akbelen ya da başka ormanların, dağların, doğanın yok edilmesini istemiyoruz. Fırsat bulup, [5]’Akbelen Ormanı ve Çevresindeki Ormanlar ve Zeytinlikler Vazgeçilemeyecek Bir Su Üretim Alanıdır, Bölgedeki Ekosistemler ve Halk Korunmalıdır’ başlıklı raporu okursanız, yıkımın yarattığı acının neden bu kadar derin olduğunu, haykırışların haklı ve gerekli nedenlerini çarpıcı bir şekilde izleyebilir ve haklılığımızı bilginin gücüyle pekiştirebiliriz.
Yukarıda sorduğumuz, insan doğru bulmadığı halde neden yıkıcı eylemlerden vazgeçmez, sorusunu, yıkıcı eylemlerden hangi yolla vazgeçer, biçiminde değiştirip H. Arendt’ten bir alıntı yapalım: [6]“Bu tür bir karar verebilmenin önkoşulu çok gelişkin bir zekâ ya da çok özel bir ahlak anlayışı değil, basitçe kendisiyle birlikte yaşama alışkanlığı yani Platon’dan beri, düşünmek diye adlandırdığımız, kendi benliğimizle sürdürdüğümüz o sessiz diyaloğu sürdürmektir.
Felsefe yapmanın tüm temelini oluşturmasına rağmen, bu tür düşünme tarzı ne bir uzmanlık işi ne de teorik bir sorunla ilgilenmektir. Kendi başlarına karar verenlerle vermeyenleri ayıran çizgi, tüm sosyal, kültürel ve eğitimsel farklılıkları çaprazlama keser […]
Yıkıcı bir eylemi reddedenler;
[…] hayatta kaldığımız sürece, ne olursa olsun, kendi benliğimizle birlikte yaşamaya mahkûm olduğumuzun bilincinde olanlardır.”
En büyük kötülük kendi potansiyellerini, dolayısıyla var olma sevincini yok etmektir. Kendi benliğimizle, yapıp yapamadıklarımızla, sessiz kalıp sustuklarımızla, kalbimizin kanayan eylemsizliğiyle yaşamak zorunda olmaktansa, var oluş sevinciyle ayakta kalmayı tercih edebiliriz. Yazıyı bitirirken, ömrünü ormanda küçük bir kulübede geçirmiş H. D.Thoreau’nun 19. yüzyıldan gelen ümitli sesine kulak verelim mi birlikte:
[7]“Sonunda deneyimlerimle şunu öğrendim ki, eğer bir kimse hayalleriyle aynı yönde güven içinde ilerler ve düşlediği hayatı yaşamak için gayret gösterirse; sıradan saatlerde hiç ummamış olduğu bir başarıyı yakalayacaktır.”
1965 Edirne doğumluyum. Uzun yıllar dokuma işçisi olarak çalışıp, işçi tiyatrosu yaptıktan sonra, hayatta bir dönüm noktası sayılan bir yaşta; 40 yaşında üniversiteye girdim. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi okudum ve Sosyoloji yan dal yaptım. Ardından aynı okulda Felsefe ve Toplumsal Düşünce bölümünde Yüksek Lisansı bitirdim. Kendi okulumda 5 yıl boyunca öğretim görevlisi olarak ‘Uygulamalı Etik’ dersini verdim. Üç yıl önce Muğla’ya geldim ve sanki yıllardır burada yaşıyormuş gibiyim…
[1] Guin, Ursula K.Le, Zihinde Bir Dalga, Metis Yayınları, I. Basım, Mart 2017, s.191.
[2] Leopold, Aldo, Bir Kum Yöresi Almanağı, çeviren Ufuk Özdağ, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 2013, s.213-214
[3]Doğan Kantarcı, Akbelen Ormanı Raporu
[4] Not: Henry David Thoreau’nun sorusu, Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler kitabından.
[5]Doğan Kantarcı, Akbelen Ormanı Raporu
[6] Arendt, Hannah, Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, Çev. Yakup Çoşar, II. Basım, 2011, s.185-186
[7] Thoreau, Henry David, Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler, Everest Yayınları, Çev. Aytek Sever, I. Basım, Eylül 2016, s. 30.