Her ruhun bir dağı vardır; o dağ, bir efsanedir; Kaf Dağı gibi… Ruhunun derinliklerine inen biri, hiçbir yer ve zamanda o-nun dışında huzur bulamaz. Yazar “Ruh Dağı”na bir yolculuğa çıkar. Ön-görmediği bir rastlantı sonunda başlar bu yolculuk. Aslında ön-görüsünden bağımsız bir gelişme değildir yaşadığı ve onun olmasını ister ve fırsat bilir. Yolculuğun hedeflediği ise, var-oluşun ilk anlarındaki o saflığı/el-değmemişliği/güzelliği keşfetmektir; ruhun derinliklerinde yatan o-nu, gün-yüzüne çıkartmaktır.
Yaşanılan gerçek olgu eğer düş kadar güzel ise o düş her zaman görülecektir. Bu noktada düş ile gerçek iç-içe geçer ve ayrıştırılmaları oldukça zordur. Sevinç/heyecan, hüzün/keder yan-yanadır. Ruhun temizliğini/özgürlüğü arayan orijinal/kendine has olanı seçen, ayrıştıran ve koruyan bir düşüncenin ağıtsal bir anlatısıdır “Ruh Dağı”na yükseliş…
Doğanın/toplumların/kültürlerin nasıl bakir kalmadıklarını, nasıl talan edildiklerini ve yapılan tüm yıpratmaların adına kültür denilerek insanların nasıl da kandırıldıklarını anlatır Gao Xingjian romanında. Doğaya yabancılaşmak kültürün başlangıcıydı. Ve fakat yürek ister ki, onun sonunu hazırlayan olmasın. Doğayı, toplumları ve kültürleri korumak “yaratıcı aklın” olanakları içerisinde olup, bu olanaklarını kullanmaz ise; diğer türlerle birlikte ve tüm doğal zenginlikleri de savurarak yok olacaktır. Gezginin bir ruh arayıcısı bilinci ile yolları kat-ettiği “Ruh Dağı”na yolculuk, tüm tüketmelerin/tüketilmelerin hüzünlü bir anlatısı/romanıdır.
Var ya da yok, yaradılış ya da var-oluşun ilk anlarındaki doğallığı bulacağına inanarak yolculuğa çıkan yazar, doğa tasvirlerini imgelerken bir tablo çizer gibidir; fırçasından renk-selinin aktığı bir ırmak gibi. O, ide/düşün-selinde bunu gerçekleştirirken düş ve gerçek arasındaki ince tülü aralamaktadır.
Sesin doygunluğundaki zümrüt yeşil
Vadinin içine bir sis gibi akar
Beyazın dansıdır ırmaklaşarak dökülen
Çağlamaz…
“Ruh Dağı”nda iken düş sınır tanımaz. Bir bakarsın “Ruh dağı”, bir bakarsın “Kaf Dağı” ve bir bakarsın ki, “Ruh kayası” olarak beliren saflık/doğallık, iyilik/güzellik, bolluk/bereket, yaşam/paylaşım, sevgi ve benimseme doruklara tırmanmaya başlar.
Gao Xingjian eserinin bir bölümünde demektedir ki: “İnsan dünyaya çığlık ve gözyaşları arasında geliyor, karmaşa ve gürültü içinde gidiyor. İnsanoğlunun gerçeği bu.” Zaman boyutu eklemlendikçe ilk gün/o an bozulmaya başlar. Varsa o ilk gün nerelerde gizlenmiş olabilir ki? Sonsuzluk içerisinde “ilk” mümkün olmadığına göre yazarın aradığı o ilk-gün ayrı bir olgu olsa gerek. Nedir bu ayrı duran olgu? Yalınlık/temizlik/duruluk/içtenlik/pazarlıksız olan paylaşım… Bu noktada an ile küskündür yazar ki, geçmişle gelecek ütopyasına bir köprü kurmak ister. “Ruh Dağı”nı aşılması gereken bir köprü olarak koyar öne…
Ve yazar eserinin bir başka bölümünde demektedir ki: ”Sorun, ‘ben’i, sürekli huzursuzluk yaratan o içimdeki acımasız canavarı yenemeyişim. Özsaygı, gurur, kendi kendini yok etme dürtüsü, güvensizlik, küstahlık, hoşnutluk ve hüzün, kıskançlık ve nefret, hepsi onun eseri, özetle ‘ben’ insanoğlunun mutsuzluğunun kaynağı. Bu mutsuzluğun panzehiri, bilinçli ‘ben’in hapsedilip boğulması mı? Buddha işte bunun için aydınlanmayı, uyanışı öğretti. Bütün imgeler yalandır, imgenin yokluğu da yalandır.” Bu tespitler ile okuyucuyu düşünmeye sevk-eder.
Bütün imgeler, yaşamın aynasıdırlar; parça-parça olup hepsi de farklı ışık demetini süzerek renk verirler hayata; dik açılı üç aynadan yansıdıklarında ise, toplanan bir ışık demeti gibi geldikleri/doğdukları kaynağa yansır ve ona yol alırlar; imgeler, yaşamın aynasıdırlar; gözlerden okunur, dile dökülür ve elde birikirler…
“Ruh Dağı”nı okurken, hissetmek topraktan yükselen buharı ve bir denize dalar gibi yürümek içinde; hissetmek yem-yeşilinde gün-yüzünü kıskanırcasına içine almayan vahşi örtünün damıttığı yağmur damlasını ve bir yeşil okyanusta yelken almak gibi; hissetmek tüm doğanın yalın sesini ve çağrısını; hissetmek yaşamayı… Görebilmek berrak ırmağın dibindeki tortuyu ve içinde oynaşan pul-pul balıkları; yeşilin tüm tonlarıyla bezeli renk cümbüşünü ve mavinin, beyazın ve kızılın nasıl da kucaklaştıklarını… Yeniden yorumlamak hayatı; geçmiş zamanın kadim sesleriyle; iz-düşebilmeli yarına ve o an-ı yakalayabilmeli… Usanmadan her an-ı ekleyerek sürdürebilmeli kavalın tiz sesindeki şarkıyı; Gök-ana-nın koynunda bezeli olan Karanlık Deniz-in tüm yıldızlarını yeniden yorumlayabilmeli; ışık olmalı ve ışımalı…
Yaşanmışlıkların öykülerini anımsar ve anlatır; geriye dönüş olmadığından her öykünün her dile gelmesindeki farklılığı ve aralanan sır-perdesi ile yalınlaşarak yaşama katkısını göstermeye çalışır. Bir bölümde der ki: “Sonra, çok sonra, sözde uygarlık denen şey, cinsel tutku ile aşkı birbirinden ayırdı. Evlilik, para, din, ahlak gibi kavramları yarattı, kültür baskısı denen şeyi de. İnsan türünün budalalığı.” Bu söylem ile nihilizme yakınlaşır. Eserde düşünceler her alanda gider-gelir ve her olguyu yeniden özgürlük adına sorgular.
Yazar bir diğer bölümde der ki, “… ’sen’ ve ‘o’, hatta ‘onlar’ hayal ürünü olsalar bile, benim gözümde, yapmacık ‘biz’den daha gerçek bir içeriğe sahipler. ‘Biz’ dendiğinde zihnimde hemen tereddütler, kuşkular beliriyor, çünkü o ‘biz’de kaç ‘ben’ var, bilemiyorum. Ya da ‘ben’e zıt kaç ‘gölge’ var, ‘sen’ ve ‘ben’ ve ‘o’nun kaç silueti, ‘ben’in, ‘sen’in, ‘o’nun ürettiği kaç hayal ürünü var, tıpkı ‘o’nun hayat verdiği ‘onlar’ gibi? Evet, bu ‘biz’ kadar aldatıcı bir kavram olamaz.” Hayal ve gerçeği ayrıştırırken yapmacık olan ile hayali de ayrıştırmakta ve örtülü yalanın üstünü açarak onu çıplak bırakmaktadır.
“Ben”ini arayan elbette “ego”yu sorgulayacak ve “Ruh Dağı”na tırmanacaktır.
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.