Yazı önce kil ve daha sonra papürüslere nakşedildi; yaklaşık 5 bin yıl önce Sümerler tarafından geliştirildi ve “dil”in şekle bürünen, kalıcı bir aracı oldu. Yazının keşfi ve kullanılmaya başlanması uygarlaşma tarihinde ateşin denetlenmesi, öküzün kara-sabana koşulması, buharın makineye uyarlanmasından belki daha çok etki ettiği ileri sürülebilir; zira bilginin kulaktan kulağa iletilmesinin yarattığı tüm olumsuzlukları ortadan kaldırmış, kuşak içi ve kuşaklar arası bir iletişimi sağlamıştır. “Üretim araçlar”ından taş, balta, ok, çanak, çömlek yapımı yazının icadından çok önceki zamanlarda gerçekleştirilmiştir.
İnsanlık tuğladan çanak çömleğe, metal üzerindeki denetim sayesinde tarımsal araçlara ve avcı-toplayıcılıktan yerleşik tarıma ve zamanla evcilleştirilen hayvanlar ile günlük tüketiminden fazlasını üretmeye başladığında artık ürün sayesinde yılın belli günlerini bayram adı altında kutlayabilecek duruma gelmiş oldu. Bunlar yazılı tarihin ve de arkeolojik araştırmalardan elde edilen bulgular ile gün yüzüne çıkartılmış ve çok yakın bir tarih olan bu süreç öncesi hakkında yeterli bilgi elde edilememiştir.
Buna dair veri incelemeleri paleontoloji, antropoloji dallarında uzman olan bilim insanları tarafından yapılmaktadır. Veriler insanın atası sayılan Homo Erectus’ların yaklaşık 2 milyon yıl önce var olduklarını göstermektedir. Bundan 5 bin yıl öncesi ile 2 milyon yıl öncesi aralığının ne denli açık olduğu aşikardır. İnsanın evrimleşme sürecinin yaklaşık 4,5 milyar yaşındaki Dünya gezegeninde çok önce başladığı da tartışma götürmemektedir.
Türdeş olan canlılar arasında kendilerince evrimleştirdiği bir iletişim aracının olduğu bilinmekte ve gözlemlenebilmektedir. Bu araçlar genelde ses, koku, görsel ögeler, temas şeklinde belirginleşmektedir. En yaygınının sesli iletişim olduğu söylenebilir. Milyon yıl öncesinden inan atalarının iletişimde kullandıkları ses ve biçimleri asla tam anlamıyla çözümlenemeyecek olgulardandır ve fakat mevcuttan hareketle geriye gidildiğinde sesli iletişimi keşfetmelerinin çok uzun zaman almadığı düşünülebilir; zira, canlılığın suda başladığı ve balıkların sesle iletişim kurabildikleri bilinmektedir.
İki ayak üzerinde yürümeye başlayan insan bu sayede ellerini bir alet olarak kullanabilmiş ve bu da onun beyin hacmini arttırmıştır. Beyin geliştikçe sesler üzerinde dil diyalektiği sayesinde anlamlı ve tekrarlanarak anlaşılan sözcükler üretilmiş milyon yıllarca bu şekilde iletişim kurmuşlardır. El-dil-beyin diyalektiği her üç organın da gelişimini hızlandırmış yazı icat edilmeden önce kavramlara ulaşılmıştır. Yazı ile dil adeta taçlandırılmıştır.
Dil sosyal bir yapıdır; sosyal yapıda vücut bulur, etkileşim olmadan dil olmaz. Her canlı etkileşim içinde olduğu şey ve olgularla bir bütüne ulaşır; ıssız bir adada tek başına büyüyen bir insan yavrusu çevresindeki doğal sesleri kullanarak iletişimini bu şekilde yapacaktır. Dilin fiziki varlığı ve konuşma becerisi kalıtsal olarak aktarılsa da sözcük ve kavramlar ancak içinde var olunan toplumda belirginleşir; bu şekilde gelişen dil’e de ana-dil deniliyor.
Her çocuk içinde varlık kazandığı sosyal dokunun kendine yönelttiği sesleri algılar, içselleştirir, önce taklit eder ve sonra onların anlamlarını bilerek kullanmaya başlar. Dil, beynin işleyiş tarzını etkiler; birey hangi dili kullanıyorsa o dili kullanan topluluğun bireyi sayılmalıdır. Kimliğin temel taşlarının örüldüğü ilk yedi yaşına kadar bireyin ana/temel dili onun kendini ifade etmesini, anlamasını, anlaşılır olmasını sağlayacak ve sözcük hazinesini biçimlendirecektir. Ana dilde eğitim-öğretim görmesinin anlam ve önemi hem kimliğini koruyabilmesinde hem de eğitim-öğretimden beklenen azami/en-çok verimi almasını sağlaması açılarından önem arz etmektedir.
Dil sadece bir iletişim aracı değildir; en önemli iletişim aracı olduğundan şüphe edilemez; lakin, olguları kavramlaştırarak, tanımlayarak ve adlandırarak hem olgunun anlaşılmasını sağlayacak hem de sosyal-ekonomik-politik hayatı anlamlı bir bütünlüğe kavuşturacaktır. Doğuştan ya da sonradan organların kaybı ya da işlevlerini tümden yitirmeleri hariç tutulduğunda rahatlıkla söylenebilir ki dil olmadan insanın kendini yaratması, insan olabilmesi mümkün değildir. Sözcük hazinesi ne kadar zengin olursa olgu üzerindeki hakimiyet de bir o kadar fazla olacaktır.
Dil bireyde somutlaşan sosyal dokunun bir ürünü olduğuna göre sosyo-ekonomik-politik süreçlerle birlikte o da değişip dönüşecek, yeni kavramlarla zenginleşecektir. Edebiyata, sanata, mizaha doğrudan etki eden dil’in kendisidir ve toplumsal olgular üzerinde dil’in bu şekillerinin etkisi o kadar fazladır ki düşüncenin ketlenmesi/anti-demokratik olarak yasaklanması bu nedenledir; zira, sessiz düşünce -insanın kendi ile yaptığı diyalog – asla yasaklanmazken sese, dile geldiği andan itibaren gösterdiği etki nedeniyle yasaklanabilmektedir.
Bu nedenle düşünce özgürlüğünden söz edildiğinde özünde dil’in özgürlüğünden söz ediliyor olması gerekir zira ifade edilmemiş düşüncenin kişinin kendi yapısına bir katkısı olsa da toplumsal bir katkısından söz edilemeyecektir. Dil üzerindeki anti-demokratik baskılar kaldırılmadıkça düşünce özgürlüğünden söz edilemez. Ancak her açıklamayı düşünce açıklaması olarak yorumlamamak gerekir, aksi takdirde etik, estetik ve entelektüel varoluşların hiçbiri yaşanamaz.
Dil’in oluşumu türün varlığını sürdürebilmek için evrimleşmesi ile yakından ilgili olması onun maddeden azade/bağsız olmadığı sonucunu doğurur; maddi olgu olmadan dil olamaz ve bir anlamı da yoktur. Dil’in zaman içinde zenginleşmesi ile onun madde üzerinde etkisi, manada maddeyi aşan bir yapıya bürünmesini sağlamıştır. Düşünce söze, söz edime dönüştükçe madde de ondan etkilenmeye başlayacaktır; burada diyalektik bir süreç yaşanır ve dilin madde üzerinde etkisi gözlemlenebilir.
Dil anlamaya, anlatılmaya, ifade edilmeye, ifade etmeye yaradığı gibi aldatmaya, kandırmaya, gizlemeye de yarayan bir özelliğe sahiptir; dil üzerinden paradigmalar, dil üzerinden mistifikasyonlar, dil üzerinden yalanlar çok rahat bir şekilde örgütlenebilir; kitle iletişim araçlarının denetim altında tutulmalarının temel sebebi de bu değil midir? Kültür emperyalizmi bu bağlamda dil üzerinde yaşanır; bu yönüyle dil iletişim aracı olmak özelliğine yeni olgular eklemiş demektir; ancak dilin kendisi değil onu kullanan insan ve toplumların yarattığı süreçlerin bir sonucunda bu özellikleri kazanmış bulunmaktadır.
Her şey dile gelir, hiçbir şey dilden azade değildir; madde, madde-ötesi her şey dil sayesinde ete-kemiğe bürünür, dilin varlığı toplumunun varlığı ile eş-değerdedir; toplumlar dilleri sayesinde en gelişkin sosyal dokulara kavuşurlar. Tarihte tersi durumlar da var olmuştur; bir toplumun tümden yok sayılması ya da bir sömürgeci azınlığın tümden yok saymak örneklendirilmiştir.
Mahatma Gandhi İngiliz sömürüsüne karşı sivil itaatsizliği/direnişi örgütlerken haftanın bir gününü tüm Hindistan toplumunu sessizliğe davet etmiş, adına “hartal” denmiştir; top-yekûn sessizlik sömürgeci tüm güçlerin yok sayılması anlamını pekiştirmiştir. Demek ki dil bir topluma kimlik kazandırmak açısından vaz-geçilmez bir olgudur.
Dil bir uzlaşma, bir ortaklaşma aracı olduğu kadar aynı zamanda bir çatışma aracıdır; hem uzalaştırır hem de çatışmaya neden olur; Pakistan parlamentosunda nükleer silahlarla ilgili övüncünü anlatan dönemin iktidardaki hatibine Benazir Butto “Şerem, şerem, şerem!” diye yanıt verir. Şerem, utanç anlamına gelmektedir.
Bu dile geliş biçiminde bir çatışma, bir direnme ve bir tespit hem-zamanlı olarak yapılmıştır. Ana/atalar “dilin kemiği yok” derler, çok doğru bir tespit, dil döner, dil uzanır ve dil evrilir; dilin sınırı yoktur ve onun bu sınır-tanımazlığı en aşırı uçlarda boy vermesini sağlar, zaten dilin kendisi de buna müsamaha gösterecektir ve uçlarda olmaktan ayrı bir keyif alacaktır.
Tüm dillerin ortaya çıkışı köken itibariyle aynıdır; evrimsel sürecinde coğrafi, sosyo-ekonomik-politik koşullar nedeniyle diller farklılaşmış olsa da insanlığın ortak ürünü olma vasfını yitirmemiştir. Ancak zamanla sanayii devriminden hemen sonra dil kültür emperyalizminin odağına konulmuştur; dil üzerinden kültür emperyalizmi dilin ontolojisi ile ilgili değil, onun politik amaçlar için kullanılmasının sonucu olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bir dil bir insan ya da ne kadar çok dil o kadar insan olmak söz konusu olduğunda kültür emperyalizminden azade olabilmek gerçekten ne kadar mümkün? İngiliz kültür ve edebiyatının, İngilizcenin yaygınlığı ve kaçınılmazlığı karşısında bunun sorgulanması gerektiği aşikardır. Çağımızda dil bir silaha dönüşmüştür, hem de çok yönlü işleyen bir silah, hedefinde ise direnen insanlar var…
Etik, estetik, hukuk gibi tüm normatif değerler bir şekilde sınırlayıcı olgulardır; dilin bizatihi bu değerler ile sınırlandırılması ya da oto-sansürle kısırlaştırılması çok büyük bir kayıp sayılmalıdır; insanlık adına dilin özgürleştirilmesinin yaşama hakkı kadar değerli olduğu bilincine erişilmesi halinde Dünya gezegeni farklılaşacaktır; düşünmeyen/onu açıklamayan, dile gelmeyen insan neye yarar ki?
Yine ana/atalar der ki “dil yarası el yarasından daha zor geçer.” Sözcüklerle yoğrulmuş dilin insan üzerindeki etkisi yeri geldiğinde fizik etkilerden daha fazla tesir edebilir; zira sözler insanın doğrudan iç dünyasına, psikolojisine tesit eder.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) bir enstitü çocuklara yönelik ebeveynlerin şiddet ve küfür içeren sözlerinin istismar derecesine hak ihlali sayılmasına dair bir öneride bulunmuştur. Ana dilin çocuk üzerindeki istismara varan olumsuzluğu nasıl izah edilecektir? Demek ki dil sadece bir öğreti değil aynı zamanda bir şiddet ögesi olarak da işlev görebilecek bir olgudur; dilin kullanım biçimi onun var-oluş-biçimi ile çelişebilir, ki bu durum günümüzde çokça yaşanmaktadır; öyle ise dil bütünleştiren, ortaklaştıran olmak yanında istismara da neden olabilecek bir şekle de bürünmüş görünmektedir.
Dilin özgürlüğü sesli konuşma ile gerçekleştirilebilir; bunun bir sınırı var mıdır? Olmaması gerek zira dil sınırsız bir şekilde döner ve kısıtlanmaya gelmez. Ancak aşağılayan, ötekileştiren, küçümseyen dil ya da yalanı örgütleyen dil kötü bir dildir ve kabul edilemez; bu nedenlerle sınırlandırılması mümkündür. Savaşı, istismarı öven bir dil dilin varlık nedeniyle çelişmektedir, dil kutsal olmayan bir olgudur.
Dil toplumsal bir ortaklaşma, toplumca yaratılan ortak bir değerdir; dil olmadan ne bir toplum/topluluk kendini tanımlayabilir ne de bir öteki tarafından tanımlanabilir. Bu nedenledir ki tüm kültürel değerler dil etrafında kümelenir, salt müziğin bile fonda bir dili vardır. Ben, sen ya da öteki dil tarafından tanımlanmışlardır ve aynı zamanda ben, sen ve öteki olmadan da varlık kazanamaz; öyle ise dil, sosyal bir gerçekliktir, onu yeşerdiği zeminden soyutlamak ya da kazımak mümkün değildir.
Dil sayesinde elle tutulamayan, gözle görülemeyen şeyler tanımlanabilir; tabi ki bu faaliyet dil-beyin diyalektiğinin birlikte çalışması ile mümkün olur; bilinç, zekâ, algı, ruh vb. olgular elle tutulamaz, gözle görülemezler; ancak, beyin dil diyalektiği sayesinde tanımlanabilir ve soyut olanın maddi gerçekliğine bu sayede ulaşılabilir.
Düşüncenin kendisi de maddi bir gerçekliktir; Marx “düşünce kitleye mal olduğunda maddi bir gerçeğe dönüşür” sözünü boşuna sarf etmemiştir. Maddi gerçekliğin tümü dil’den geçer, dilin değmediği ya da dile gelmeyen hiçbir şey olamaz; dilin zenginliği maddi dünyanın çeşitliliği, belki de sonsuzluğu kadar büyüktür.
Dil ortak kültür ve bilincin oluşmasını sağlayan yegâne olgudur; toplumsal bilincin oluşması ortak dil ile mümkün hale gelebilir. Aynı şekilde tarih yazımı sözlü olsun yazılı olsun dil sayesinde gerçekleşir ve kuşaklar ötesine taşar.
Dil, kimlik, insan…
Ocak/şubat 2024/Akarca
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.