“Keşke insanlar da yunuslar kadar iyi olsaydı.” (1)
Geçimini denizden sağlayan ana/ataları mübadil bir balıkçı, rutin avlanmayı sürdürürken deniz canlılar ile insanlarla bile kuramadığı bir bağlantı, bir iletişim kurar ve bu iletişim tek-yönlü olmayacaktır. Aynı denizin iki canlısı avlayan ve avlanan karşılıklı duruşurlar, ikisinin de yek-diğerine saygı ve ilgileri var. Avcı sadece günlük gereksinimi kadar avlanır; bunu yapmak zorunda olduğunun bilincindedir. “Ne kadar tüketirsen o kadar yaşamış olursun” şeklinde formüle edilen tüketim toplumu insan modelinden çok uzaktadır.
Avlanan da bunun farkındadır. Karşılıklı olarak birbirlerini izler, gözetir, nerede ve ne zaman olacaklarını bilirler. Karşılıklı bir dengedir yaşadıkları ve ayrıca yek-diğerine verdikleri bir değerdir de… Engin denizlerde sadece avlanan canlılar yaşamamaktadır; birçok canlı türüne deniz ev sahipliği yapar. Yunus balıkları bunlar içinde en özel olanlardır.
Bu ev sakin olduğu kadar hırçın ve dalgalı bir evdir. Sakinliği ve hırçınlığı ev sahipliği yaptığı canlılara hiçbir zarar vermez; tüm hıncı kendini kirletmek isteyenlere karşıdır. Gün olur fırtınalar koparır, hırçın ve azgın dalgalarıyla üstünde ne varsa savurur, ala-bora eder, dinginleşene dek her şeyi yutmuş olur.
İnsanlar kendi coğrafyalarında, ana-yurtlarında kendi aralarında barışık yaşarlarken emperyal güçlerin kavgalarının tam ortasında bulurlar kendilerini; coğrafyaları yaşanılacak yer olmaktan çıktığında ise “göç yolları” kapılarını çalmış demektir. Tüm varlıklarını geride bırakıp, bir soluk alabilmek ve çocuklarını yarınlara taşıyabilmek adına “göç yolları”nı mülteci denilen insanların ayak sesleri ile inletmeye başlarlar.
Hayatı yaşanılmaz kılanların bir de sözüm ona çözüm üreten postuna bürünmeleri ise tam bir ironi olsa gerek. Hırçın denizin yaşla kuruyu, iyi ile kötüyü, suçlu ile masumu ayırt etmesi elbette beklenemez; güvenliği hiç olmayan botlara çok sayıda masum insanın yüklendiğinden habersizce dalgalarını büyütür, bir ana henüz doğurduğu bebeğini küçük bir bota bağlayarak denize teslim eder. “Baba yunus…” (2) karanlık gecede tüm olanları izlemektedir ve masum bebeği denizin ortasından uzaklaştırarak yer ve zamanını bildiği, kendince ayrı bir yere koyduğu “balıkçı” avcıya teslim eder. Göçmen teknesi ala-bora olmuş, içindekilerden bir can, henüz yeni doğmuş bir can anasının son hamlesi, yunus balığının müdahalesi ve bir “balıkçı”nın çabasıyla kurtarılmış iken bunun üzerinden dedikodu yapanlar, çekiştirenler, hesap sorarcasına sorgulayanlar ve kaynayan kazan… “… uyurken kimseden zarar gelmezdi ama uyanıkken insanların şeytandan bir farkı yoktu. Nedense herkes birbirinin açığını arardı, hep tanıdıkları insanları konuşurlardı…” (3)
Elleri tuz ve güneşten kavrulmuş, baba mesleğini sürdüren ve yaşadığı toplumla birebir örtüşmeyen, olanaksızlıktan entelektüel birikim edinememiş, kariyeri olmayan balıkçı bir emektar. Yaşadığı zaman dilimindeki toplumunun içinde olduğundan fazla dışında, farklı bir dünya görüşü ile hayata yaklaşan üreten ve paylaşan, koruyan ve değer veren bir kimlik. Kısacası sıradan olmayan bir balıkçı. Denizde yitip giden çocuğuna Deniz adını vermiş. “Baba yunusun hediyesi” dediği çocuğa da Deniz demiş. Deniz onun geçim kaynağı, tüm yaşamını idame ettirdiği eşsiz bir yer ve iki çocuk ve aynı isimler; üç deniz bir araya gelmiş gibi duruyorlar. Bu üç deniz bir araya gelinde çağrışıma neden oluyor; Nihat Behram’ın “Darağacında Üç Fidan” olarak tanımladığı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan…Keşke insanlar da Deniz gibi olsalardı…
Aynı yurdu paylaştıkları halde bir diğerine tamamen yabancı olan kitleler, bir yandan keyfi yaşamlar öte yandan yaşam mücadelesi arasında kapanmaz uçurumlar açılır. Sanki gün yüzüne çıkmayacakmış gibi dalgalar altında çarpık ilişkiler yaşanır durur. Hepsinin temelinde sınıfsal bir çatışma vardır. “…konfora alıştırdıkları gövdelerini fazla beslemekten orta yaşa geldiklerinde hatları yuvarlaklaşmış şehir adamlarına…” (4) ne demeli? Filozofun dediği gibi “hiçbir şey yoktan var olamayacağına göre her zenginlik bir yoksullaşmanın karşılığında elde edilir.”
Ekolojik kırım da böyle değil midir? Yeryüzü ve altındaki kaynaklar küçük bir azınlığın zenginleşmesi uğruna dengesizce tüketilmekte, yaşanabilir bir dünya çoraklığa sürüklenirken yeni istihdam olanakları vaadiyle ve süslü sözcüklerle “sürdürülebilir ekonomi”den söz edilmektedir. Mülkiyet ilişki kalıpları değişmediği sürece istihdam biçimi/lerinin bir kıymeti harbiyesi olabilir mi ki?
Yurdundan edinilme biçimlerinden mübadele ve mülteci arasındaki keskin bir ayrım vardır; temelinde sınıflar arası hatları çizilmemiş/belirgin olmayan bir çatışma vardır. Korona virüsünü geride bırakan “liberal virüs” dünyadaki tüm üretim kaynaklarına en ucuz harcama ile el-koymak adına çekinmeden ve hiçbir kaygı taşımadan militarist müdahaleyi kendine bir hak görmekte ve bunu yaparken sözde geri kalmış toplumlara demokrasi götürdüğü savı ile insanları yerinden yurdundan etmektedir.
Mülteci denilen yaşanılan dramatik sürecin her geçen gün artma eğiliminde olması müdahalelerin de fütursuzlaştığını göstermektedir. Mübadele edilen halklar iki devlet arasındaki anlaşma çerçevesinde yurtlarından koparılıp başka bir yurda göçe zorlandıklarında yaşadıkları kayıplar “göç yolları”na zorlanan mültecilere göre en azından başka bir yurdun kapılarının açık olması nedeniyle daha avantajlı sayılmalıdırlar; zira mültecilerin ne gidebilecekleri bir yurt ne de kendilerini sığınmacı olarak kabul edecek bir yurtları “göç yolculuğu”na başladıklarında yoktur ve endişe verici bir şekilde belirsizdir. Mübadil ve mülteci olan için hayat bıçakla ve bir anda ikiye ayrılmış gibi geçmişi geleceğinden kopartılmış bir belirsizliği yaşamak zorunda bırakılmış olmayı ifade eder. Bunu yerleşik olan hiçbir insanın sindirmesi, kabul etmesi mümkün değildir.
“Kim derdi ki – ayrıca dese de kim inanırdı böyle bir saçmalığa – bir sabah jandarmalar gelecek, bu köyün deniz gibi, toprak gibi kaç asırlık zeytin ağaçları gibi ayrılmaz parçası olan, başka bir yeri görmemiş, bilmemiş yerli komşularını toplayarak götürecek, kayıklara bindirip kendilerine yabancı, dilini bile bilmedikleri bir ülkeye yollayacak.” (5)
Balıkçının bilip de müdahale edemediği bir dünyada paylaşım savaşları yaşanmaktaydı; önce her şey karmaşık hale getiriliyor, bir kaos ortamı yaratılıyor ve daha sonra da temcit pilavı gibi sözde çözümler sunulan sür-git savaşlar… Böyle zamanlarda demagoglar da noksan olmuyor ki; “…karmaşık ve müphem bir dünyayı, aşırı gelişmiş sezgileri ve kaygılarıyla anlamlandırmaya çalışan insanların…”(6)
Aslında ne hayat ne de yaşanılanlar karmaşık değildir; insanlar hem hayatı hem de yaşanılanları karmaşık hale getiriyor ve çoğu kez hayatı yaşanılmaz kılıyorlar. Sınıf bilinci/bilincinde olmak sınıfın gerçeği kadar değerli bir aşama olmalı. Bir balıkçının nasır tutan elleri, güneşten kavrulan bedeni, günü-birlik tok karına yaşadığı hayatı bu bilince sahip entelektüel düşünürün gün-yüzüne çıkarmasını bekler; o, tek-düze hayatını sürdürürken…
İnsan sosyal bir varlık olduğu için her zaman ve nerede olursa olsun bir yoldaş, bir arkadaş, iletişim kurabildiği bir canlı yanında olsun ister. Bunun için hem-cinsin arayışını da yeri geldiğinde bırakabilir. Birçok insan türdeşleri ile bir şekilde iletişimi koptuğunda diğer canlı türleri ile iletişime geçmiştir. Bunu yaparken çoğunlukla evcilleştirebildiği hayvanları tercih eder ve onlara mutlaka bir isim verir. Yabanıl olanları isimlendirmeyi çoğunlukla düşünmez. Burada da bir aidiyet bağı, bir mülkiyet ilişkisi olduğu söylenebilir. Mülk edindiğini isimlendirirken, mülk edinemediğini/edinmediğini isimlendirmez. Kendi özgürlüğüne oldukça düşkün olan insanın diğer canlılar söz konusu olduğunda duyarsızlığı aşikardır. “Kedileri, köpeklerin adı vardı da zavallı balıkların niye olmasındı?” (7)
Kimileri doğal kaynakları üretimin hizmetinde ham-madde olarak değerlendirirken kimi küçük bir azınlık ise en düşük maliyet ile en yüksek karı elde etmeye yarayan maddeler olarak görür; ilk kategoridekiler üretici, paylaşımcı ve ekolojiye saygılı iken ikinciler tüketici, sömürücü ve ekolojiyi tahrip edenlerdir.
İlki an olanı ve geleceği düşünürken diğeri salt kar etmeyi düşünür ve üstelik bu tahribatını gizlemek içim sürdürülebilir ekonomi gibi kavramlarla kafa karışıklığına da neden olabilir.
Talan zihniyetinin ekonomisi sürdürülebilir değildir. Ekolojik kıyımın yaşanabilir dünya üzerinde yarattığı yıkım/tahribat kitlesel insan katliamlarının adeta bir ön-hazırlığı gibidir; bu yıkımların dünyadaki tüm canlıların varlıklarını sürdürebilmelerini tehdit ettiği açıkça görünmezler.
İnsan en küçük ölçekteki katliamı engelleyemiyorsa, her ne sebeple olursa olsun toplumsal-ekonomik-politiğini yeniden şekillendiremiyorsa bu yıkımları izlemekten başka bir şey yapmıyor demektir. “Demek ki buraların ormanını kesip pıtrak gibi yazlık siteleri yapan, otel diken, denizi dolduran, tepelerde maden arayan, dağları yaralayan şehirliler, denizimizi de elimizden alıyor diye düşündüler.” (8)
Sınıf dahi sayılmayan tarihin ilk sömürülen öznesi kadınlar her zaman üretmiş, taneli bitkileri kültüre katarak toplumsal yapıyı adeta al-aşağı etmişlerdir; geçmiş mitolojide üretimin/doğurganlığın/bereketin tanrıçası olarak kutsanırken sınıflı topuma geçiş ile birlikte küçümsenmiş, baskılanmış ve sömürülmüştür.
Sümer’lerin “Gıgameş Destanı”nda yarı-tanrı erk-egemenin süreci nasıl kendi lehine çevirdiği mitolojik olarak anlatılmıştır. Tüm tarihsel sürecine rağmen kadın üretici olma vasfını hiç yitirmemiş, arka plandaki toplumsal yerini her daim koruyabilmiştir; “…biz kadınların işi ne, sizi de böyle idare ediyoruz işte, her kadın doğuştan bilir bunu.” (9) Doğurganlığın kadın üzerinde yarattığı olumlu etkiler erkekler tarafından hiçbir zaman tam olarak anlaşılamaz, ana-yüreği dedikleri olgunun kadının yapıcılığı üzerindeki etkisi erkeğin öfkesi, şiddeti, yıkıcılığı karşısında toplumsal doku için bir zenginlik olarak görülmelidir. “Erkeklerin çocuksu zayıflığına karşı, hayatı devam ettiren kadın iradesiydi bu. Karşı cinste benzerine pek rastlanmazdı.” (10)
Ve sonuç olarak;
Keşke insanlar da Deniz gibi olsalardı!
Akarca/Kasım-Aralık 2024, Kimi-zamanlar
Esin Kitabın Künyesi: Balıkçı ve Oğlu, Zülfü Livaneli, İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş. İstanbul, 2024, 140 sayfa
(1) Age, S:60
(2) Age, S:60
(3) Age, S:76
(4) Age, S:7
(5) Age, S:39
(6) Age, S:8
(7) Age, S:13
(8) Age, S:16
(9) Age, S:73
(10) Age, S:111-112
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.