Önce Kürt Belediyelerine operasyon yapıldı, Güneydoğu’da hatırlarsınız çünkü kural tanımayan siyasi iktidar öyle istiyordu. Sonra batıda CHP’li belediyelere yapıldı operasyon çünkü kural tanımayan siyasi iktidar öyle istiyordu…
Baştan sona bilinenleri tekrarlamak pahasına: Merkezden atanmış valilerle yerelleri yönetmeye alışkın bir devlet geleneğimiz var. Taa Osmanlı’dan bu yana devlet, yerelleri; hep merkezden, kendi yemlediği, atadığı adamlarıyla yönetmeye alışkın. Her şeyi kendine yontan, hep kendi zenginini kollayan, kendi atadığı bir avuç adam ve çevresiyle iş tutan, yereli önemsemeyen, hakir gören bir devlet geleneği bu. Öylesine merkezileşmiş, öylesine yerellere yabancı ki işgal edilmesi gereken bir “düşman toprağı” sanki: Tarlalarımız, meralarımız, ormanlarımız, göllerimiz, kıyılarımız, denizlerimiz; parklarımız, meydanlarımız, mekanlarımız, mahallelerimiz, kentlerimiz.
Yazının başlığı; 70’li yıllardan beri özellikle sol-demokrat camianın öne çıkarttığı, zaman zaman sağ liberal/muhafazakar yapıların da sadece işine geldiğinde sahip çıktığı bir cümle: Demokrasi yerelden yükselir. Hani daha çok son 20-30 yılda giderek kulağımızın aşina olduğu sloganlaşmış bir cümle. Özellikle 90’lı yıllarda özerk ve demokratik – yerel ve yerinden yönetimlerin önemini kavramaya başlarken yapmaya kalkıştığımız ama bir türlü beceremediğimiz demokratikleşme paketlerini savunurken falan daha da sık kullanır olmuştuk, bu sloganı.
Peki ama demokrasi neden yerelden yükselir?
Probleme en yakın duranlar, çözüme de en yakın olanlar değil midir? İstisna kaideyi bozmaz bilirsiniz. Çözüme ulaşmak için probleme yakın durmak, onu yakından tanımak; tüm duyularımızla hissetmek, tartmak; yeterince zaman ve çaba harcamak gerekmez mi? En çok yakındaki için yaşamsaldır, yerelindeki problemi çözüme kavuşturmak. Tersinden söylersek: Taa uzaktan, problemin merkezinde yaşayanların kaybedecekleri pahasına (sözde ya da uyduruk) çözüm yolları sunmak daha kolay gelir uzaktakine, öyle değil mi? En çok kaybeden kendin değilsen uzaktan esip savurması daha kolay!
Merkezi yapıların, dolayısıyla otoriterliğinin giderek törpülenmesi ve demokrasinin tabandan, yerelden yükselmesi değil midir önem arz eden? İnsan, yaşadığı topraklarda tanımaya başlıyor dünyayı, hayatı. Kendimize en yakın çevremizle birlikte daha kolay benimsediğimiz ilişkiyi yakalıyoruz ya! Bu çevre-insan ilişkisi, hayatımızda öyle önemli ki… Kendine yönelen saldırılara karşı kendini nasıl cansiperane savunuyorsan; benimsediğin en yakın çevreni de öyle savunmuyor musun? Hatta bazen canından çok sevdikleri için hayatını bile feda edercesine savunur yakın çevresini, insan!
Hani Marx’ın prolaterya için söylediği gibi “kendiliğinden/kendinden” bir haldir sözünü ettiğimiz bu hal: Hani bir bilinçle kazanmaktan çok; her yerlinin, her mahalleli ya da köylünün içinde, kendiliğinden gelişen bir duruma işaret eder!
Normali konuşuyoruz ya: “İnsan”ın hayatı, en çok kendi yerelinde geçiyor. Yereline bir saldırı olduğunda, orayı koruyamazsa kendi ve sevdiklerinin hayatının da zarar göreceğini yakından biliyor. Onun için mahallesini, semtini, köyünü; tarlasını, merasını falan ölesiye koruyor, sahip çıkıyor. Hele gidecek başka yeri de yoksa! Öyle ya o mahalde biriktirdikleri, insanın bütün bir yaşamı ve dolayısıyla zenginlikleriyse? İnsan kendine ait zenginliklerini, birikimlerini, yakınlarının yaşamını kolay kolay feda eder mi?
Yerelleşmeye bunca güzellemeyi düzerken, ülke düzeyinde merkezi bir yapıya-planlamaya da ihtiyaç olmadığı kanaatinde değiliz. Hele yanlış anlaşılmasın. Biz de biliyoruz en azından ülke çapında eşitliğin sağlanması ya da adil bir paylaşım için ya da hem daha güçlü ve hem de daha dayanışmacı bir yapının sürdürülmesi için ortaklaşılmış merkezi bir yapının da örgütlenmesi gerektiğini elbet! Ortaklaşılmış böyle merkezi bir yapının gereğine inansak da uzaktakine “Hele sen bir uzak dur, karışma bizim işimize, bizim adımıza sen karar verme, biz kendi yararımızı senden daha iyi düşünür ve biliriz kendi yerelimizde” deme hakkımız olsun ama bizim de değil mi?
Zihniyet Meselesi
Sadece devlet mi? Hemen tüm örgütlenme modellerimizde bu merkezileşme fikri, baştan ayağa öylesine yayılmış/sarmış ki her yanımızı: Sadece topraklarımızı değil, adeta beyinlerimizi de işgal etmiş. Bu merkezileşme fikrinden kurtulmak için içimizdeki zihniyeti de alaşağı etmek gerekiyor! Sol yanımızda bile!?
Dün “adı bizde saklı” bizim uzaktan da olsa desteklerine gittiğimiz bir direniş yöresini konuşuyorduk dostlar arasında. Dayanışmacı bir geleneğe sahibiz ya sadece yerelden değil, yakın-uzak bir sürü diyarlardan savunmaya gittiğimiz bir yerdi hakkında konuştuğumuz yer. Günlerce birlikte direndiğimiz bir sürü yerlerden biri işte!
Desteğe gidenlerimizden bazıları kızgındı yereldekilere. Bir taraftan güzellemeler düzüyorlardı direnişe; boynuzun kulağı geçmesi misali, nasıl da sağlam durduklarını anlatıyorlardı yereldekilerin ama bir taraftan da desteğe gidenler olarak eskisi gibi yeterince dikkate alınmadıklarından, iyi anılmadıklarından, adeta zorluk çıkartıldığından hayıflanıyorlardı.
Orada yaşayanlar, yani yereldekiler yaşamının her anında 24’te 24 saat direnirken; desteğe gelenler, orada kaldıkları müddetçe direniyor, o direnişin yaşamlarına kattığı ek zorluklara orada oldukları müddetçe katlanıyordular… belki iki saat, belki iki gün, iki hafta ya da bilemedin iki ay… geçici olarak yani!
Destek vermekle birlikte, orası için alınan kararlara da otomatikman katılmaya başlamıştı uzaktan desteğe gidenler. Başlangıçta çok ses çıkartmamıştı yereldekiler misafirlerinin kararlarına katılmasına. Hatta belki hoşlarına bile gitmişti ev sahiplerinin ama zamanla zorlaştı birlikte yaşamak. Hele kaygılar aynı olmayınca! Eskisi kadar dikkate almaz oldular dışarıdan gelenlerin önerilerini belki de kim bilir.
Kısaca yereldekiler, uzaktakilerin yereli yönlendirme çabalarından şikayet etmeye başlarken; uzaktakiler de yeterince dikkate alınmadıklarından şikayetçi oldular.
Uzaktan gelenler çoktular, belki çok karışıyorlardı yereldekilerin işlerine… Oysa uzaktan desteğe gelenler olarak orası, bir direniş alanından da öte bir yaşam alanıydı… yerelde yaşayanların en yakın, en dolayımsız, sürekli yaşadığı bir alan. Uzaktan desteğe gidenlerin endişeleri ile yereldekilerin endişelerini karşılaştırmak mümkün ve hatta doğru da değildi aslında. Uzaktan erişenleri, destek verenleri yereldekiler kadar söz-karar ve yetki sahibi etmek, ne kadar doğruydu? Hani Lenin’den alıntılarsak yerelde yerleşik olanların da kendi yaşamlarını nasıl idame ettireceklerine dair kendi kaderlerini olsun kendilerince belirleme hakkı yok muydu?
Benim kentim, benim mahallem, benim köyüm, benim evim, benim bedenim, benim kararım kime ne?
Netice itibarı ile kendi deneyimlerimden de bilirim, çocuğuma bakmak için tüm iyi niyetleri ile desteğe gelen öz ananızın-babanızın, kendi eviniz içinde yaptığı ufak tefek değişikliklerden “hakimiyet” mi sağlamaya kalkışıyorlar diye rahatsızlandığınız anılarınız olmadı mı sizin de? Akşam eve vardığınızda evinizden bir an önce ayrılsınlar diye ananızın, babanızın gözlerinin içine bakmadınız mı siz de!?


Mezuniyet (ODTÜ-İşletme) sonrası bir süre büyük şirketlerde profesyonel olarak çalıştım. Profesyonel yaşamdan çabuk bıktım ve alışıldık iş yaşamından kopup, daha önce pek denenmemiş, niş alanlarda yazılı ve görsel/işitsel yayıncılık faaliyetlerine kalkıştım.
Basılı ya da dijital ortamlarda dergiler, gazeteler, çeviri ve derleme kitaplar ile interaktif eğitime dönük kurgu videolar hazırladım, sundum. Kitap yayıncılığının yanı sıra, meslek odaları ve örgütlerde yayıncılık-iletişim ve örgütlenme alanlarında hizmet vererek yaşamını idame ettirdim. Datça’ya yerleştim. Bir süredir doğrudan ya da katılımcı demokrasinin işletildiği, hiyerarşisiz/şiddetsiz yerel meclisli yapılarla hak ve yaşam alanlarının savunuculuğunda arayışlar içindeyim.












