Ben Bir Çocuğum. Masumiyetimden olsa gerek büyüklerimin benden gizleyerek konuştuklarında “sabi” dediklerini duymuşluğum vardır. Sabiydim, masum ve korunmasızdım; her türlü saldırıya maruz kalabilir, gücüm yetmediği için birçoğunu geri savuramazdım. Öyle de oldu; birçok saldırıya maruz kaldım ve gücüm yetmediğinden sindim, sindirildim. Bu acımasızlığın bir ölçüsü yoktu; insanın skalası, ölçüsü, acıma duygusu ve acımasızlığı aynı kefede eriyor ve hepsi “ben” üzerinden yeniden harmanlanıyordu. Büyükler sanırsın kendilerini “ben” üzerinden gerçekleştirmek üzere bir diğeri ile yarışmaktaydılar; oysa ki biçimlendirilen, şekillendirilen ve küçük sanılan “ben”dim. Büyüklerin dünyası çok farklı olmalı, bu nedenle anlamakta zorluk çekiyorum; ancak, kendime bir sözüm var -çocuksu- büyüdüğümde asla gördüğüm hiçbir büyük gibi olmak istemiyorum. Bunu ne denli gerçekleştireceğimi de şimdiden bilemiyor olmanın hüznü içindeyim.
Ben Bir Çocuğum. Gördüğüm şeyler, olgular kimi zaman gözüme büyük görünüyor; küçücük bir vidayı söktüğümde ya da bir çiviyi tahtaya çaktığımda büyük şeyler yapmışım gibi görünür gözüme ancak tam da bu zamanlar büyüklerimden azar işitiyorum, küçülmüş büyük dünyamdan beni uzaklaştırdıklarına, hiç anlamadıklarına açıkça tanık oluyorum. Sormadan edemiyorum: “Büyükler analarından büyük olarak mı doğdular ki çocukların dünyalarından bu denli uzaktalar?” Yedi-kına, saklambaç, topaç, bilye, çelik-çomak oynadıkları çocuklukları hiç mi olmadı? Ya onlardan önce ve daha önce! Derken her kuşağın çocuk iken ayrı, büyüdüğünde ayrı olduğu gerçeği ile karşılaştım; ben de büyüdüğümde bu denli çirkinleşecek miyim!?
Ben Bir Çocuğum. Saf ve içtenlikle sorsam “Ben mi istedim, beni neden doğurdunuz?” diye, inanıyorum ki türlü türlü öykülerle, süsleyip püsleyip anlatacaklar, sevgiden dem vurup, çoğalmaktan, paylaşmaktan söz edecekler fakat hiçbiri gerçeği saf/temiz bir dille anlatamayacak. Canlının iç-tepileri, eğilimleri, arzuları, iç-güdüleri vs. bir çırpıda sosyalleşerek ayrı bir kıyafet içinde renklenerek eriyip gidecek. Öyle ya doğduğumda ilkin cinsiyetimi örtmüşlerdi ve tarihte de ilk yasaklamalardan biri de cinsellik üzerinde değil midir? Etik dedikleri giydirilmişlik içinde istediği kadar etik dışı kalınsın önemi yoktur. Önce paçavra elbiselerle ve daha sonra etik/kültür denilen paçavrayla giydirildim.
Ben Bir Çocuğum. Sabiydim, masum ve korunmasızdım. Her an sokağa bırakılabilir ya da en acımasız şiddete maruz kalabilirdim. Masumiyetimin/güçsüzlüğümün bir kalkan gibi beni sarmaladığını çok erken fark etmiştim; ağlayarak sığındığım sadece bana ait olan bir limandı bu. Kıskanırdım ve o limana kimseleri asla almazdım; bana ait bir krallık gibiydi… Ne ki, limanımın önü açık denize bakıyordu ve hiçbir korunak bulunmamaktaydı; sanırsın araf sınırındaymış gibi; hem güvenilir hem kaotik… Dilin kutsallığına inanırım; yılanın tıslaması bile asildir, iletir, duyurur, his ettirir; hepsinden önemlisi anlamayı, anlamlandırmayı ve yorumlamayı sağlar. Bir de dokunmanın ve bakışın bir dili vardır ki inanıyorum çok kişi bunu bilmiyor; dokunurken ya da bakarken konuşabilmek için sadece bu dili bilmek yetmiyor, bu dili bilen biri ile birlikte olmak gerekiyor. Kişinin kendisi ile kurmuş olduğu diyalog sessiz denilen konuşma ile gerçekleşir; yüzleşmeler, hesaplaşmalar, beğeniler, eleştiriler ve hepsini içine alan kendini tanımak, benimsemek ve kendi ile barışık olabilmektir. Tüm bunlar için saygı ve sorumluluk bilinci çok önemlidir ve fakat, bunların gelişmesini sağlamak için kişinin eksikli/noksan görülerek işe koşulmasında kantarın öçlüsü büyük lehine bozulurken küçüğün sorumluluk ve saygı bilinci de o denli çarpıklaşmaya başlar. Doğduğumda bir bütündüm, eksiğim/noksanım yoktu; sözüm ona evrensel normlarda eşit ve de özgürdüm!? Noksanmışım gibi ha bire saygıyı, ha bire sorumluluğu önüme koydular; temcit pilavı olsa bin parçaya bölünürdü; neyse ki ben pirinç tanesi değildim ve hala bir bütün olarak varlığımı sürdürebilmekteyim.
Ben Bir Çocuğum. Doğduğumda sevgi çemberi ile kuşatılmıştım; ne diyebilirim ki bu çemberden dolayı çok mutluydum; bundan dolayı mutlu olmayan var mıdır bilemiyorum?! Hiç sanmam. Sevginin bu denli yoğunluğu karşısında gülümseyerek karşılık veriyordum; o zamanlar çemberin daha da büyüdüğünü görüyor ve seviniyordum. Ellerim bir büyüğün parmakları kadardı ve biyolojik bedenim varlığını sürdürmek için sadece çocuklara ait olan dille/ağlayarak kendini ifade edebiliyordu; işte tam da bu zamanlarda sevgi çemberi birden yırtılıyor ve açılan pencereden içeriye kaotik görüntüler sızıyordu. Doğal olarak korkuyor ve daha çok ağlamaya başlıyordum. Bu kez açlıktan değil korkudan ağlıyordum. Açlığım yatıştırıldığından susmam, sakinleşmiş olmamı bekleyenler bu duruma anlamadıkları için olsa gerek şefkatten uzak tepkilerle karşılı veriyorlardı. Ağlamaktan yorgun ve bitap düştüğüm andan sonra sessizliğe büründüğümü anlamıyordum bile… Sevgi ve nefret iki olgu aynı gövdede iki dal gibiydiler; anlamadığım nedenlerden dolayı neredeyse narsistçe yönelttikleri nefret duygularından öyle korkmuştum ki sevgi gösterdiklerinde bile acaba ardından bir saldırı mı gelecek diye endişe etmeye başlamıştım. “Kırmızı Başlıklı Kız” adlı hikayedeki gibi bir posta bürünmüş ve zamanı geldiğinde azı dişlerini gösterecekler diye sevgiyi de çekinerek almaya başlamıştım.
Ben Bir Çocuğum. Sabi, masum ve korunmasızım. Bu nedenle olsa gerek önüme ne konulsa onunla yetinirim, ne giydirilse onula dolaşırım; tek istediğim içten bir sevgi, bir lokma ekmek ve başımı yaslayacağım bir göğüs; çok şey mi istiyorum! Bir yerden duymuştum “Güneş-ana” adında bir kadın varmış ve dermiş ki “Çocukların ruhları büyük, bedenleri küçüktür; ruhları bedenlerine sığmaz, bu nedenle yerlerinde duramaz, kıpır kıpır devinirler.” Gerçekten yerimde duramaz, kıpır kıpır devinirdim. Lakin ruhum ne kadar büyük, işte onu bilemiyorum, zira ruhumu bedenimden ayrı düşünemiyorum ki. Yaşamayı seviyorum, devinen her şeyi seviyorum; değer vermenin sevmekten daha önemli olduğunu düşünüyorum; değer vermeden gösterilen sevgi içi boş bir sevgidir. Henüz çok küçüğüm, buna rağmen her canlıyı sevmenin farklı bir dili olduğunu keşfetmiş bulunmamaktayım. Bir kedi farklı bir şekilde sevilirken, bir arı daha farklı bir şekilde seviliyor ve en karmaşığı ise insan sevgisi; karmaşıklığının sebebi ise kirlenmiş olmasındandır. İnsandaki öz-sevginin/egonun diğer canlılardan farklı olduğu, farklı geliştiği kesin… İnsan dışındaki hiçbir canlı sevilmek için sevmez, sevdiğini aldatmaz; yalanı örgütleyerek sevgi ağacını yıkmaz…
Ben Bir Çocuğum. Büyüklerimin çoğu kez anlamadığım kavramlar üzerinde konuşmalarına, tartışmalarına tanık oluyorum. Zaman zaman bu kavramlarla beni de ilişkilendirdikleri oluyor. Bunu neden yaptıklarını ise hiç mi hiç anlamıyorum. Mesela, kapitalizmden söz edip liberalizme geçiyorlar ve içinde yaşadıkları ekonomik-politik bir gerçeklik ve bununla çatışmalarından, açmazlarından ve yeri geldiğinde çözümsüzlüklerinden söz ediyorlar. Beni ilgilendirmese de ilgiliymişim gibi bana hesap soruyorlar; sanki kokuşmuş ekonomilerini ben yaratmışım gibi; yaşadığımız gerçek bu, neden görmüyorsun, görmeli ve anlamalı ve buna göre davranmalısın dediklerine tanık oluyorum. Oysa, onlara karşı hiçbir yükümlülüğüm yok iken benim ve tam tersine onların bana karşı yükümlülükleri de kendi tercihlerinin bir sonucu olmasına rağmen; benim için yaptıklarını yüzüme vurmaları ise çok ağır bir travma, “Senin için şunu, şunu yaptım, yapıyorum, saçımı süpürge ettim, sen hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorsun” vb. söylemlerle kalbimi, omurgamı ve tüm benliğimi paramparça ediyorlar. İşte o anlarda asi bir ruh canlanıyor içimde; isyan damarım kabarıyor, onlar beni gerçekte anlamadıkları halde ben onları anlamamazlıktan gelerek onların acizliğini sağlıyorum. Evet aciz kalıyorlar, acizliklerini gizlemek için daha çok şiddete yöneliyorlar ve ben bir adım dahi geri atmadan direniyorum, sonunda kazanan ben oluyorum. Onlar için üzülüyor, kendim için endişe ediyorum.
Ben Bir Çocuğum. Yeryüzü cennetinde –ki cehennem dedikleri nasıl bir şey/yerse doğrusu karşılaştırmak gerekir- her nerede olursam olayım ve her ne yaparsam yapayım çocuksu olarak algılanıyorum. Lakin bir kıyaslama yapmam gerekse, mesela donsuz, ayakkabısız ve de sümüklü insanlar içinde sayısal olarak çocuklar mı daha fazla, büyükler mi? Çocukların çok fazla olduğu su götürmez bir gerçeklik ve bunları düşünürken sümüğümü koluma sıvadığımı ve kollarımın parladığını fark ediyorum. Mendil varken koluma silmekten dolayı azarlanıyorum; terbiyesiz, eğitimsiz olarak değerlendiriliyorum. – Terbiye de, eğitim de sizin olsun diyesim geliyor – Eğitim ve terbiyeden söz ederken farklı bir şey geldi aklıma; büyüklerim hayatlarına benden başka canlıları da alıyorlar. Kedi, köpek, kuş gibi ve ayrıca inek, koyun, keçi, tavuk gibi… İlk kategoride olanların birçoğu eğlencelik ikinciler ise üretime dayalı bir edinme olarak ortaya çıkıyor. Görüyorum ki her iki türe gösterilen ilgi ve sevgi de farklı oluyor. İlk kategoridekilere aşırı bir ilgi ve sevgi gösterdikleri halde ikincilere yalnızca bakıyorlar; ilkindekileri eğitmeye çalışıyorlar, kendilerine benzedikçe seviniyorlar, mesela bir kuş birkaç söz söylese muhteşem heyecanlanıyorlar. Büyüklerim beni de eğitmeye çalışıyorlar ve hatta kendi aralarında bir hipodromdaki atlar gibi yarışıyorlar. Doğrusu onların yarışmasından sana ne denilebilir lakin iş öyle değil. Beni de alana sürüyorlar, çaresizce ve şaşkınlık içinde koşmaya başlıyorum; bir yandan alkış sesleri öbür yandan yuhalamalar, tamamen afallamış durumdayken ellerime bir el uzansın istiyorum. Bir göz, bir söz, bir dokunuş olsun istiyorum. “Yeter” diyebilen bir yürek çıksın ortaya ve elimden tutsun istiyorum. Ender olsa da bir el uzanıyor bana, bir damla su, Kerbela’dan çıkmış gibi kana kana içiyorum. İçimdeki sızı o denli büyüyor ki içimden “Bir gün ben de büyüyeceğim, o zaman siz görürsünüz”, güç dengesizliğinin bu denli acımasız olduğunu yalnızca çocuklar mı biliyor? Yoksa herkes bunun farkında mı? Güçlerimiz arasında korkunç bir uçurum farkı var ve güçlü olanın acımasızlığı tuttu mu tabanvaylara kuvvet! Güçlü olanın acımasızlığı geçmişten geliyor olmalı. Doğal güçler mesela kasırga, tsunami, deprem, yıldırım vs. karşısında insan ne kadar çaresiz kalmaktadır. Doğal kuvvet karşısında çaresizlik içinde kalan insan doğaya yabancılaşarak etkilerini kısmen azaltmayı başarmış ve bunu yaparken de adeta güce tapmaya başlamıştır. Bu tıpkı güçsüz iken güçlüye karşı hınç bileyenin güçlü olduğunda güçsüzü ezmesi gibi bir şey… İnsan doğaya karşı gücünü “üretim aletleri”ni geliştirerek sağlamıştır. “Üretim aletleri”nin gelişmişlik düzeyine göre belirlenen “üretim ilişkileri” çelişerek sentezlenmektedir. Sahi ben bunları nerden duydum? Güneş ana haklıymış; ruhum bedenimden büyük ve artık sakinleşmeyi öğrenme zamanım geldi.
Ben Bir Çocuğum. Küskünlüklerim anlıktır, saman alevi gibi yanıp söner; iki-yüzlü olmayı yapamadığım bir yaştayım, mask/elenmiş yüzler gördükçe bir yandan öykünürken öbür yandan ürkmekteyim; mask/elerin gizemli bir çekimi, cazibesi var sanki ve giderek beni de içine alıyor. Taklit edip mask/elendiğimde ise hemen anlaşılır ve eğlencelerine konu olurum; meze olmak gibi…
Ben Bir Çocuğum. Doğduğum günden beri öğreniyorum hem de tahmin edilenden daha hızlı ve fakat büyüklerim öğrenmemden ziyade eğitimimle daha çok ilgileniyorlar. Bazen kendimi tasmalı bir köpek gibi görüyorum. Bana insanca bir yer açılması için onların sekter ve normatif biçimlerine bürünmem mi gerekiyor!? Herkesin sürdürdüğü bir yaşam vardır ve biçimini önce hazır bulur daha sonra isterse kendisi yeniden biçimlendirir. Biçim denilen şey öz olandan ayrılmaz ki ve aslında biçimsiz öz olmaz. Mesela Güneş’in, Dünya’nın, insanın, ağacın, bulutun, denizin bir biçimi vardır ve özleriyle birlikte oldukları için o biçim içinde görünürler; bu nedenle ruh ile beden de bir bütündür ve ayrılamazlar. Doğduğumda ilkin giysilerle biçimlendirilmeme başlandı, daha sonra dil, kültür dedikleri neyse etik-estetik vs. ile giydirilmeye çalışıldım. Onlar gibi giyinip-kuşanıp dile geldiğimde sevindiler ve asileştiğimde ise neyin eksik/noksan ki böyle davranıyorsun diye azarladılar. Öyle ya, her şeyimi hazır etmiş, hiçbir şeyimi eksik/noksan bırakmamışlardı. Maddi dünyanın çokluğunda ruhsal dünyanın açlığını gerçekten bilmiyorlar mıydı, yoksa bilip de önemsemiyorlar mıydı? –Her iki durum da vahim- Yeri geldiğinde haklarımdan söz ediyorlardı; bir yandan sevinirken öbür yandan şüphe ediyordum; insan hakları yanında bir de çocukların üstün hakları varmış ve dünya genelinde normatif olarak benimsenmiş(miş). Baktığım zaman en önemli hakkın “yaşama hakkı” olduğunu söyleyebilirim. Madem tüm dünya toplulukları normatif olarak kabul etmiş ise; hiçbir güç hangi amaç altında olursa olsun hiçbir çocuğa silah doğrultmayacak, onu açlık içinde bırakmayacak ve mutlak surette sağlığını koruyarak barınma olanağı sağlayacaktır. Bu kutsal değer önünde çocuk bedenimin eğildiği ölçeklerde iki büklüm eğildiğimi biliyorum. Realitede/gerçek hayatta ise, tereddüt edilmeden silahların canımı almak üzere üzerime doğrultulduğunu, aç bırakıldığımı, sağlıksız sokaklara terk edildiğimi görüyorum. Bana alınan silah şeklindeki oyuncakları kırıp atıyorum; tükürerek uzaklaşıyorum yanlarından… Toprağa su karıp çamur yaptığımda, eşeleyip tohum diktiğimde görüyorum ki; hayat yeniden filizlenebiliyor.
Ben Bir Çocuğum. Sabi, masum ve korunmasız. Yaşım itibariyle örgütlü olmam da söz konusu değil. Ya büyükler, öyle mi? Boylarına poslarına bakmadan bana karşı örgütlenmeleri yok mu? Çileden çıkıyorum. Bana karşı el-dil birliği yapıyorlar; yek-diğerinin hatası bile olsa ben söz konusu olduğumda yek-diğeri sahiplenerek sözüm ona beni koruyorlar. Kıçımla gülmek geliyor içimden ve fakat el-dil birliği yaptıklarında kaldığım çaresizlik tarif edilemeyecek kadar ağır ve yıpratıcı oluyor. İnsanın doğru bildiği bir konuda kendini ifade edememesi ya da ettiği halde anlaşılmaması kadar kötü bir durum yoktur. Yek-diğerini koruduklarında sözüm ona benim şımarmamı engellemiş ve bana doğruyu öğretmiş oluyorlar! Şımarmak nedir ki? Hem çocuk yaşımda şımarmaz isem bu kaotik dünyada ne zaman şımaracağım bilemiyorum!? Haksızlık nereden ve kimden gelirse gelsin haksızlık değil midir?
Ben Bir Çocuğum. Kovid-19 denilen bir virüs tüm dünyayı esareti altına almış ve yaşadığım coğrafyada 20 yaş altındakilerin sokağa çıkmaları yasaklanmış durumda. Duvarlar üstüme üstüme daralırken sokaklarda koşup oynamayı, parklara gidip okulda arkadaşlarımla eğlenmeyi özledim. Korona dedikleri virüsten korkuyorum, yetmezmiş gibi sokaklara çıkmaktan da korkuyorum. Zaten çok az korkularım vardı ve ikisi de eklendi. Sokağa terk edilmiş çocuklar geldi aklıma, sokakta olmak güzeldi ama terk edilmiş olmak güzel değildi; hangi ucundan tutsam bilemedim. Geçenlerde televizyonda belgesel izlerken maymun topluluklarını anlatıyorlardı. Maymunlar doğan tüm yeni bireyleri kendi çocuğu gibi sahipleniyor, sokağa terk etmiyor, topluluktan uzaklaştırmıyorlardı. İnsanlar kategori olarak kendilerini üstün addedip hayvanları küçümsüyorlar. Hayret doğrusu! İnsan denilen bu canlı sebep olduğu, doğurduğu bir canlıyı hangi gerekçe ile sokağa nasıl terk edebilirdi, bu nasıl bir vicdani sorumsuzluk şekliydi? Anlamakta güçlük çekiyorum. Demokrasi oyunları periyodik şekillerde yinelenip duruyor, gerek merkezde gerekse yerelde yönetime seçilenler alkışlarla koltukların oturuyorlar. Hepsi de büyük, aklı selim, yetişkin kişiler ve fakat görüyorum ki sokaklarda hala çocuklar var; ne yazık! Karantina günlerinde hem sokakta olan hem de altı duvar arasında sıkışmış tüm çocuklar mutsuzlar. Ruhsal dünyamız allak-bullak ve büyüklerin bunu anlamalarını umarak beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey de yok; maalesef söz ve edimlerinden bunu/bizi anlamadıklarını rahatlıkla görebiliyor ve kahroluyorum.
Ben Bir Çocuğum. Anlatacağım çok daha fazla şeyler de var aslında fakat ben artık susmalıyım. Çünkü BBÇ…
Yarım yüz yılı geride bırakan bir insanım. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. 23 yıl Cumhuriyet Savcısı olarak çalıştım. 10 yıldır avukat olarak mesleğimi sürdürüyorum. Torunlarım için 1984 yılından bu yana yazıyorum. Okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Gündem Fethiye severek katıldığım alanlardan biri oldu.